Kürt meselesi bağlamındaki aydın tartışmaları kendi doğal mecrasına uygun olarak bir ayrışmayla sonuçlandı. Çünkü aydınlar, kendi bakış ve değerlendirmelerini daha iyi anlatabilme kaygısıyla davranan insanlar.
Dolayısıyla kendi konumlarının diğerlerinden nerede farklılaştığı üzerinde çok daha fazla duruyorlar ve böylece benzerliklerin gölgede kaldığı, benzemezliklerin ise abartıldığı ifadeler okuyoruz. Ancak bu sayede daha berrak yaklaşımların ortaya çıktığı ve tartışma zemininin genişlediği de bir gerçek. Halen bu mesele etrafında dört farklı aydın tavrı mevcut. Öncelikle belirtmek gerekir ki bütün bu kişiler şiddete ilkesel olarak karşılar ve çözümün siyaset içinde oluşması gerektiğine inanıyorlar. Diğer bir deyişle Kürt sorununun çözümünün Kürtlere temel hak ve özgürlüklerinin tanınmasından geçtiği, devletin daha önceki uygulamalarının kabul edilemez olduğu gibi tespitlerde bir farklılaşma yok. Ayrışma 'aydın' denen kişinin iktidarla ilişkisinde nerede, hangi zeminde durması gerektiği ve 'çözümün' nasıl bir strateji sonucunda gerçekleşeceği sorularında ortaya çıkıyor. Kısacası yürümekte olan tartışmaların ardında, bu kişilerin genelde 'siyaset' alanıyla olan mesafeleri ve bu alana nasıl yaklaştıkları yatıyor.
Söz konusu gruplardan biri daha ziyade dindar ve kısmen milliyetçi medyada yer alan, kendilerini hükümete yakın hisseden aydınlardan oluşuyor. Bu grubun tutumu 'gerçekçi' gözükmekle birlikte, epeyce yüzeysel bir bakışa karşılık gelmekte. Hükümetin daha mülayim bir devlet politikası üretme iradesini görerek, bu yolun açılmasını teşvik etmek istiyorlar. Öte yandan bu 'açılımın' bizzat PKK tarafından sabote edildiğini, kullanıldığını ve böylece dürüst bir müzakere ilişkisinin oluşma ihtimalinin baltalandığını savunuyorlar. PKK'nın bu tavrının, hükümetin atacağı bütün olumlu adımları birer taviz gibi gösterdiği ve bunun da PKK'nın Kürtler üzerindeki tahakkümünü daha da derinleştirdiğini söylüyorlar.
Bunlar yanlış gözlemler değil... Ancak gerçekliğin tümünü oluşturmuyor ve meseleyi 'devletin elini güçlendirmeye' indirgiyor. Nitekim bu aydınların 'tavsiyesi' devletin PKK'nın üzerine gitmesi, askerî açıdan onu geriletmesi, prestijini zedelemesi ve böylece atılacak reform adımlarının bir pazarlık sonucu olmayıp hükümetin özgün siyasetinin uzantısı olduğunun Kürtler tarafından anlaşılması. Bu tutum aktörlerin dengesi bazında bir gerçekçilik içerse de, aslında gerçekçiliği epeyce kuşkulu olan iki 'iyimser' varsayıma dayanıyor: Hükümetin gerçekten de hak ve özgürlükleri geliştirmek istediğine ve Kürtlerin de PKK'nın muhtemel yenilgisini duygusal olmayan bir biçimde yorumlayacağına inanılıyor. Birinci varsayım tümüyle yanlış olmasa da, hükümetin kafasındaki hak ve özgürlüklerin Kürtlerin beklentisine ne denli uyduğu meselesi büyük bir çatlağı ima etmekte. İkinci varsayım ise yanlış olma ihtimali epeyce yüksek bir beklentiye işaret ediyor. Çünkü PKK'nın yenilmesinin, Kürtleri siyasete daha 'sıcak' bakmaya, yani PKK'ya olan sempatilerini artırmayı ima eden bir duygusallığa doğru teşvik etme ihtimali epeyce yüksek. Zaten o nedenle birçokları, hükümete PKK'nın yenilgisinin tescilini beklemeyip bir an önce reform adımları atmasını öneriyorlar. Çünkü PKK'ya yönelecek olumlu duygunun başka türlü engellenmesi mümkün değil... Ama o zaman da atılacak adımların yeterliliği meselesi gündeme gelecek ve hükümetin bu alanda gerçekten de radikal bir çıkış yapma ihtimali yok. Kısacası 'muhafazakâr' aydınların desteklediği strateji, onların gururunu okşuyor belki, ama çözüm açısından bir ilerlemeyi ifade etmiyor.
İkinci grup, şiddete karşı olan, müzakere sürecinin oluşturulmasını destekleyen, kategorik AKP karşıtlığı hummasına yakalanmamış sosyalistlerden oluşuyor. Burada karşımıza çıkan tutum ilkeselliğe sarılmayı, bu ilkeselliğin belirleyiciliğini aramayı ima ediyor ve o nedenle de nihayette apolitik. Temelinde kimsenin itiraz edemeyeceği 'hakkaniyet' ilkesi var, ama bu zemin üzerinde oluşturulan pozisyonun romantik bir itiraz olmaktan öte bir gücü yok. Söz konusu aydınlar Kürt meselesine tarihsel hakkaniyet terazisinin dengesi üzerinden bakıyor ve haklı olarak devleti mukayesesiz biçimde 'suçlu' buluyorlar. Bu yargı Kürt siyasetinin her yaptığının beğenilmesi ve olumlanması anlamına gelmese de, Kürt siyasetinin çok kolaylıkla, neredeyse bir özür dileme mealinde 'mazur' görülmesini ifade ediyor. Ancak bu kategorik mağduriyet teşhisi, PKK'nın eleştiri dışı, dolayısıyla siyaset dışı kılınmasına yol açıyor. Bu durumda haksızlığın asli sorumlusu olan devletin, hakkaniyeti yeniden ihsas etmesi gerektiği tezi, bütün detay argümanların üstünü örtüyor. Ne var ki bu tavır, çözüme katkıda bulunabilecek konjonktürel ve Kürt tarafının üretebileceği alternatif çözüm fırsatlarının da üstünü örtüyor.
Durumu daha da apolitik kılmak üzere, eleştirilen hükümetin bu grubu nerdeyse hiç kaale almadığını ve söz konusu eleştirinin ancak sol içinde kimlik oluşturma babında işlev gördüğünü de eklemek lazım...
ZAMAN