“Fırsatın kazası olmaz” diyerek kollar sıvandı. Haddini bildirmek üzere bir kez daha ama bu sefer çok daha geniş bir koalisyonla harekete geçip önce Taksim’i kuşatıp ardından da Hükümetin düşürülmesi hedeflendi.
Beklenenden daha iyiydi başlangıç. Çok hızlı ve yaygın bir şekilde önce kendileri sonra da muhatapları zafer sarhoşluğu havasının esiri oldular.
Yaşam tarzına müdahale edilen her kesimden kitlelerin bir öfke patlamasıyla Taksim’e doğru sivil ve demokratik değerlere sadakat aşkına akın ettiğine dair iddialı sözler söylendi. Taksim’den başlamak üzere bütün bir Türkiye’nin geleceğini değiştirip dönüştürecek yepyeni bir modelin hayata geçirilmesine ramak kaldığı iddia edildi ısrarla.
Laik-Batıcı yaşam tarzının kısıtlanmasını hazmedemeyen kitleler “despotik iktidarın buyurgan Başbakanı”nı devirmek için tam tekmil sahaya indiler. Ama sahaya inerken kimlerden destek alarak ve umarak? Malum bir iktidarı devirmek üzere tüm zamanların güvencesi askeri cuntalar felç edildiği için yardımcı kuvvetlerin devreye sokulmasından başkaca çare gözükmüyordu ortada.
Liberal-Sol’un Alavere-Dalaveresi
Argoda sıklıkla kullanılan “Alavere-dalavere, Kürt Memet yine nöbete!” sözü aslında Türkiye siyasetinin klasik refleksini işaretlemektedir. Kürtler hem siyasi kadroları hem de etkili toplumsal tabanları itibariyle Kemalist oligarşiyi ayakta tutmak veya tahkim etmek üzere her dönem “Şok Manga” olarak sahaya sürülmeye en uygun aday olarak görülüyor. Bu sadece Ergenekon-Balyoz cuntası açısından değil sol-sosyalist örgütler ve liberal çevreler açısından da böyle.
Taksim’deki tabloyu “Despot Erdoğan’a Karşı Omuz Omuza” şeklinde pazarlamak için polisin ilk gün kullanmış olduğu biber gazı yetti de arttı bile. Bu süreç biraz geriye doğru sardırıldığında kürtaj, alkol, dindar nesil gibi argümanlarla besleniyor biraz ileriye doğru sardırıldığındaysa farklı olanların boğulacağına ilişkin kehanetlerle besleniyordu.
Taksim’de çok belirgin bir biçimde Kemalist cuntacılar ve radikal sol-sosyalist örgütlerin ağırlığı kendini gösterse de meydan iç-dış kamuoyuna yansıtılırken sıkı bir süzgeçten geçiriliyordu haber ve resimler. Gözümüzün içine içine sokulan “doğal hayatı muhafazaya ahdetmiş gençler” manzarasının arkasında yer tutan Kemalist örgütlenme ve paralelindeki sol-sosyalist örgütlenme ve sermaye desteğini özenle saklama işini anlaşılan o ki ihale filan beklemeden liberal aydınlar üstlenmişti.
Cengiz Çandar başta olmak üzere liberal aydınların analiz ve söylem biçimine hâkim olan militer terminoloji ve vesayetçi şantaj Taksim’de dehşet verici bir yüze dönüşmüştür. Çandar’a kulak verecek olursak İstanbul halkı, kentli ve seküler yeni kuşak gençlerin öncülüğünde Tayyip Erdoğan’a “one minute” demişler. Taksim düşmüş ve Erdoğan’ın nutuk atarken kendisine egemen olan külhanbeyi havası söndürülmüştü. Karizmasını fena çizmişlerdi.
Frenlerin hepten patlamış olduğunun bir göstergesi olarak Tahrir 2011’den Tianamen 1989’a tecrübelerine eklemlenecek “İstanbul 2013” coşkusuna kadar vardırılmıştı Çandar’ın analizleri. Bütün bu coşkulu analizleri (ütopya mı demeliydim) Murat Belge’den Ali Bayramoğlu’na, O. Kemal Cengiz’den Şahin Alpay’a, Avi Shlaim’den “inançlı, dindar” Hidayet Şefkatli Tuksal’a referanslar vermeyi ihmal etmiyordu.
Bir Avi Shlaim’e gönderme yapıp “Erdoğan’ın eski, otoriter Arap diktatörlerinden hiçbir farkı kalmamıştır” diyor bir H. Şefkatli Tuksal’a dönüp “Sürekli bağıran çağıran bir adama dönüştü” diyordu. Çandar’ın “yangına benzin dökme ısrarındaki Başbakan” tasviri giderek kabalaşıyor ve gerçeklerle ilişkisi zaten bir hayli kopmuş, ‘anlamama’yı sürdürüyor gibi vadilerde dolaştıktan sonra Erdoğan George Orwell’in “1984”ündeki “Büyük Birader”e terfi ettiriliyordu.
Böylelikle Başbakan Erdoğan Faşizan sinyaller vererek ‘barış süreci’nin önündeki en önemli tehdit makamına oturtuluyordu. Gerçekleri alt üst etmeyi hatta kendi yaşadıklarını inkar etmeyi göze alarak Çandar, inşa etmeye giriştiği Erdoğan imajını birinci derecede korku, zulüm ve felaketle eşitliyordu.
Çandar’ın faşist sinyaller bahsinde, Mersin ve Adana’da Başbakan Erdoğan’ı karşılamak üzere alanları dolduran insanları işaretlemeyi, Ankara ve İstanbul’da miting yapma kararı almayı örnek olarak sunması çok manidardır. Üstelik Taksim’e destek olmayıp farklı bir duruşu izhar eden meydanlardaki geniş ve coşkulu kitlelerin taleplerini hiç sıkılıp utanmadan “Barış Süreci’nin selameti bakımından hayra alamet değil” diyerek yaftalayabiliyordu.
Tam da bu arada Nilüfer Göle’nin görüşleriyle devreye giriyor ve sosyolojik çözümlemeler eşliğinde mitingler tertiplemesinin yanlışlığına işaret ediyordu.
Son süreçte sokağı taparcasına kutsayan, hatta köşesini sokaktan gelen mesajlara tahsis eden Cengiz Çandar’dı. Fakat buna rağmen Nilüfer Göle’yi referans alarak ortaya attığı meydan-sokak ayrımı, Başbakan Erdoğan’ın toplumsal desteği açığa çıkaran siyasetini gayrı meşru bir alana doğru iteklemesi itibariyle hem çirkin bir ikiyüzlülüktür hem de toplumsal içinde yer aldığı liberal çevrelerin dayanağının ne kadar çürük olduğunun itirafıdır. Bu ikiyüzlülük ve itiraf en çok da Taksim’de tesis edilmek istenen “öz ileri demokrasi komünü” çöküşe geçtiği vasatta kendisini ele vermekteydi.
Kürtler Nerede, Kürtler!?
Cengiz Çandar’ın dahil olduğu liberal aydınlar da diğer sol-sosyalist hatta Kemalist çevreler gibi Taksim direnişine Kürtlerin de dahil olmasını beklediler. Alanda sallanan birkaç BDP flaması ve açılan Öcalan posteri, BDP yöneticilerinden koparılan bir iki cümlelik destek beyanına rağmen BDP’nin umutla beklenen kitlesel katılımı olmadı. Taksim’de CHP, İP, TKP, ÖDP, TGB ve eşcinsel örgütlerinin Başbakan Erdoğan’ı devirme senaryosunda Cem Boyner ve Garanti Bankası CEO’su Ergün Özen’den daha öteye bir destek temin edilemedi. Hatta öyle ki Çandar’ın tankların üzerine çıkan Boris Yeltsin’e benzettiği Sırrı Süreyya Önder’den başka BDP adına sahaya kimse inmedi.
Çandar’ın üst üste teminatlar vererek “Gezi Parkı-Taksim Meydanı ekseni, İstanbul halkının tüm kesimlerini içine çeken bir ‘özgürlük karnavalı’ hali” olarak tasvir ettiği tabloda Kürt ulusal hareketi yoktu. Yine Çandar’a göre “Türkiye’de hiçbir kesim Kürtler kadar ‘demokrasi’ ve ‘özgürlük’ün değerini bilemez ve ‘Gezi Parkı Direnişi’ni anlamak, onunla dayanışma içinde olmak ve ona destek olmak bakımından, tüm Türkiye’de Kürtler, herkesin önünde olmak durumundalar.”
Taksim’den yükseltilen dalganın nasıl bir özgürlük karnavalı olduğunu, Kürt sorununda çözümün asıl adresi olduğunu anlatmak, bu konuda tereddüte düşenleri ikna etmek üzere Çandar az dil dökmedi. Israrla Taksim’deki eylemlilik sürecine kefil olduğunu, destek vermeleri halinde Kürtler açısından geleceğe dönük hiçbir sıkıntı yaşanmayacağının altını kalın kalın çizdi. Benzerlerini çokça kurduğu bir cümlesi şöyleydi mesela: “Her gün Gezi Parkı ve Taksim’de bulunmuş birisi olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, “Ulusalcı, milliyetçi, darbeci çevreler”in bu “çok yeni ve büyük hareketi” denetlemesi imkânsızdır.”
İş, Öcalan’ı anlamayan BDP’ye Öcalan’ın mesajlarını sahih bir biçimde tefsir etmeye kadar vardı. Sahih tefsirler üzerinden BDP çevrelerine yaptığı vaazı nasihatlerde “asıl sıkıntı sürece katılmakta değil katılmamaktadır” dedi. “Erdoğan cephesi Kürt sorununda çözümün değil sıkıntının adresidir, çözüm arayan bizim cephede mevzilensin” tezini şu cümlesiyle özetledi Çandar: “Öcalan’ın değerlendirmesi, aynı zamanda, “gelişmelerin ulusalcı ve Ergenekoncu çevreler”den kuşkulanarak ve “anti-Kürt bir karakter kazanması”ndan kaygılanarak, mesafeli duran Kürtlere de, Gezi Parkı ve Taksim’deki halka “destek olun” çağrısı demektir.”
Bütün bu destek çağrılarının tekrarlandığı süreçte Türkiye manzarasının ne olduğunu halen anlayamayanlara Çandar, olabildiğince coşkulu, ajitatif ve moral katan bir analiz sunuyordu. Önemli bir kazanım olan Taksim eylemleri sayesinde Hükümetin kaotik ve yönetilemez bir ülke ve toplum manzarasının içinde çaresiz olduğunu ispatlamak üzere kaleme alınan cümleler şöyleydi: “Bir haftadır, Türkiye’nin gözbebeği İstanbul’un “kalbi”nde ve ona giden ana arterler ve İstiklal Caddesi’nde yani “aort damarı”nda, devlet yok, hükümet yok. Ama, “özgürlük” var.”(9 Haziran, Radikal)
Madem devlet yok, Hükümet yok, hayatın her alanı Taksim’den gelen özgürlük dalgasına endekslenerek inşa ediliyor o halde neden Kürtler de Beyaz Türklerin eteğine yamacına tutunmuyor? Beklenti ve plan gayet açık: Kürtler sahaya insin, en öne geçsin ve Türkiye’nin aort damarına el koyma harekâtı için seferber olsunlar! Yeni Türkiye kuruluyor numaralarıyla eski düzeni tahkim etmek üzere tertiplenen eski tip bir operasyonun serencamı böyle işte.
“Atıl Kürt” Emri Muhatap Bulamadı
Ama Kürtler bırakın Taksim’de herkesin önünde olmayı alandaki ulusalcı-sosyalist-liberal ittifakın yanından bile geçmedi. Bu kez “alavere dalavere Kürt Memet yine nöbete” kumpasına gelmediler. Kimsenin iktidar hesaplaşmasında kullanılabilir malzeme olmayacaklarını deklare ettiler.
PKK lideri Öcalan’ın İmralı’da kendisiyle görüşen heyete söylediği şu sözleri bir hatırlayalım isterseniz: “Ertuğrul’a (Kürkçü) söyle ben hala Dev-Genç’in çizgisindeyim. O anlar... 40 yıldır Türk solunu taşıyorum. Daha fazla kendilerine güvenmeliler. Daha fazla kitleselleşin, dar kalıyorsunuz.”
Kürtlere güvenip Hükümetle hesaplaşmak üzere Taksim’de gerdeğe girmeye kalkanların başkalarından iktidar devşirmeye girişmeleri kurnazca fakat ahlaksızca bir siyasettir. Herkesin kullanılabilir olduğunu, hemen herkesin kendini kullandırmak üzere bekleştiğini zanneden iktidar sınıflarının ulusalcı-liberal ve sosyalist ittifakı fena halde yanılıyor.
Liberal aydınların hem topluma hem de siyasete ilkokul öğretmeni edasıyla had bildirmeye, istikamet vermeye, rota belirlemeye ne kadar hak sahibi olduğunu hep birlikte göreceğiz.
“Atıl Kurt” replikleri gibi “Atıl Kürt” replikleri de miadını doldurmuştur.