Kürşat Bumin’in Fikri ve Siyasi Mücadelesi

Alper Görmüş, Serbestiyet’teki köşesinde kaleme aldığı son iki yazıda geçtiğimiz günlerde vefat eden Kürşat Bumin’in fikri ve siyasi mücadelesini değerlendirmiş.

Alper Görmüş’ün konuyla ilgili kaleme aldığı ve Serbestiyet.com’daki köşesinde yayımlanan iki yazısını ilginize sunuyoruz:

KÜRŞAT BUMİN / 14 Kasım 2018 / Alper Görmüş – Serbestiyet.com

Arkadaşım Kürşat Bumin ciddi, sorgulayıcı, açık, yalın ve şahsiyetli bir adamdı. Bu özellikleri, sık sık ironinin de eşlik ettiği fikirlerini onaylamayanları dahi saygıya davet ederdi. Ölümünün ardından sosyal medyada dile getirilenler, onun bu en temel özelliklerine bir saygı duruşu niteliğindeydi.

Bazı insanlar vardır, ne kadar büyük bir haksızlıkla karşı karşıya olursanız olun, sizi savunmalarını istemezsiniz. Çünkü sizi savunmaları davanıza yarardan çok zarar getirecektir.

Uğranılan haksızlığa Kürşat Bumin gibi birinin karşı çıkması ise, haksızlığa uğrayan için bir nimettir.

Ölümünün ardından dile getirilen düşüncelerin ve duyguların önemli bir bölümünün, 28 Şubat döneminde onun dindarlar üzerine kurulan baskıya karşı çıkışına dair olması boşuna değil. Sahipleri bir zamanlar baskıya maruz kalmış dindarlar olan bu paylaşımlar, Bumin’in o dönemdeki hak savunuculuğunun ne kadar özel bir öneminin olduğunu bir kez daha hatırlatıyor bize.

 Çok değerli bir hak savunuculuğu türü

Kürşat Bumin’in hak savunuculuğunu özel kılan, çok daha değerli yapan şey, onun, haksızlığa karşı çıkmanın ‘bölünemezliğine’, ‘göreliliği kaldıramazlığına’ ilişkin vurgusuydu. ‘Mutlak’ fikrine hayatı boyunca karşı çıkmıştı, fakat iş ahlak alanına, hele hele haksızlığa karşı çıkma ahlakına geldiğinde durum değişiyordu. Kürşat Bumin ‘mutlak’a herhalde en fazla bu alanda yaklaşmıştı.

Bu ahlak anlayışıyla 28 Şubat döneminde nasıl bir tavır takınacağını tahmin etmek hiç zor olmazdı; nitekim o da kimseyi yanıltmadı. Bunun en yakın şahitlerinden biri de, o zamanlar Kanal7’nin ana haberlerini sunan Ahmet Hakan’dı. Çünkü Kürşat Bumin, olan bitene gündüz Yeni Şafak’taki yazılarıyla karşı çıkıyor, akşam da Ahmet Hakan’ın haber bülteninde yorumlarıyla bu mesaisini sürdürüyordu.

Ahmet Hakan, bir halkla ilişkiler görevlisinin telefon tebliğiyle Bumin’in Yeni Şafak’taki yazılarına son verildiğinde (Temmuz, 2013) şöyle yazmıştı:

“Sene 1995... Dindarların ezildiği, yalnız bırakıldığı, geriletildiği, üstüne gidildiği günlerdi. Herkeslerin ‘Aman adım Refah Partisi’nin yanında anılmasın’ diye köşe bucak kaçtığı günler... Kürşat Bumin’i o günlerden beri tanırım. İslami dünya görüşüyle hiçbir ilgisi olmamasına karşın Refah Partisi’ne yapılan kötülüklere itiraz etti, baskılara karşı çıktı, resmi ideolojinin zulmüyle incelikli bir şekilde hesaplaştı, sözünü hiç sakınmadı, 28 Şubat’ta medyanın içine düştüğü perişan hali en düzeyli ve en cesur şekilde deşifre etti.

Bütün bunları Yeni Şafak’ta yaptı... AK Parti iktidarı döneminde de çizgisini bozmadı. Yeni Şafak’taki köşesinde ‘Doğruya doğru, eğriye eğri’ dedi. Fakat sonunda... ‘Biz’ ve ‘onlar’ anlayışı, ara renklere tahammülsüzlük, ‘Ya bizdensin ya onlardan’ yaklaşımı Kürşat Bumin’e de tosladı. Yazı sayısını düşürmüşlerdi, şimdi de kapıyı gösterdiler. Üstelik hayli saygısız bir şekilde...”

Kürşat Bumin’in 28 Şubat’taki hak savunuculuğunu özel kılan, çok daha değerli yapan şeyin, haksızlığa karşı çıkma ahlakının ‘bölünemezliğine’, ‘göreliliği kaldıramazlığına’ ilişkin vurgusu olduğunu söylemiştim... Bu vurguyu biraz açmak istiyorum, çünkü bunu, ortadan kaldırılmadığı sürece Türkiye’yi felakete sürükleyeceği artık iyice anlaşılmış bulunan kutuplaşmanın panzehiri olarak görüyorum. Kürşat Bumin, tavırları ve fikirleriyle bu panzehirin vücut bulduğu isimlerin başında geldiğine göre, onu anmanın en iyi yolu da bu olsa gerek.

 ‘Dindar profesör’ Kürşat Bumin

Biliyor muydunuz, 28 Şubat günlerinde çoğu insan Kürşat Bumin’i ‘dindar bir profesör’ sanırdı.

Akademide çalışmıştı fakat profesör değildi, doktorası bile yoktu. Yine de ‘profesör’ sanılmasında anlaşılmayacak bir şey yoktu.

Televizyonların iyice yaygınlaştığı 1990’lardan önce ‘profesör’ denince akan sular dururdu. Çünkü akla görünüşü, bilgisi ve üslubu Kürşat Bumin gibi olan birileri gelirdi. Oysa ekranları kendilerine ‘profesör’ denen birileri kapladığında insanlarda büyük bir hayal kırıklığı oluştu. Bunlar, hayalini kurdukları adamlara, kadınlara hiç benzemiyorlardı; televizyonlar, ‘profesör’ imajının yaldızını kısa süre içinde silikleştirmişti... Eh, Kürşat Bumin’in o profesörler arasında ‘profesör’ sanılmasında anlaşılmayacak bir şey yoktu.

 Dindar sanılmasının nedenini de tahmin etmiş olmalısınız: Çünkü hayatını seküler tarzda yaşayan biri olmasına rağmen, dindarların dünyasından uzak biri olmasına rağmen, sanki bir dindar gibi onların uğradığı haksızlıklara karşı çıkıyordu; parçası olduğu laik-sekülerleri hedefleyen hak gasplarından çok dindarları hedefleyen hak gaspları konusunda yazmayı ve konuşmayı seviyordu; Türkiye, böyle bir şeye henüz hazır değildi.

 Eleştiride ve hak savunusunda öncelik?

 Kürşat Bumin kendisi için kendisinin belirlediği ahlaka uygun davranmanın gönül rahatlığı içinde,  mahallesinden gelen hayret nidalarına aldırmadan konuşmaya, yazmaya devam ediyordu. 

 Bunu yapabiliyordu, çünkü şuna bütün kalbiyle inanıyordu: Aşırı ölçülerde kutuplaşmış toplumların ‘hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır’ bireylerinden hiç değilse bir bölümü önceliği ‘eleştiri’de kendi dünyasına, ‘hak savunusu’nda ise başka dünyalara vermiyorsa, o toplum deli gömleği giymiş bir toplumdur.

 İki büyük, zıt kutba bölünmüş bir toplum düşünün... Her iki kutupta yer alanlar sadece ‘karşı taraf’ı eleştirsin ve sadece ‘bizim taraf’ın haklarını savunsun... Böyle bir toplumun, içinde bütün bireylerin özgürce yaşayabilecekleri bir topluma evrilmesi mümkün müdür?

 Toplumsal grupların kendi özgürlükleri hususunda hassas ve dirençli olmaları, o grupların özgürlüklerinin iktidarlar tarafından gasp edilememesinin başta gelen sigortalarından biridir.

Fakat toplumsal grupların tamamının özgürleşmesinden, yani gerçekten özgür bir toplumdan söz edeceksek, bu türden ‘grup sigortaları’ için en fazla ‘yetmez ama evet’ denebilir.

 İktidarların, hiçbir toplumsal grubun özgürlüğüne müdahale edememesinin, yani özgür bir toplumun sigortası, kendi özgürlükleri konusunda hassas olanların, başkalarının özgürlükleri konusunda da hassas olabilmeleridir.

Biz, ne yazık ki bu sigortadan çok da nasipli bir toplum sayılmayız.

 Başkalarının, bize anlamlı gelmeyen tatminleri...

 Başkaları için gerçek bir tatmin sağlayacak bazı özgürlük taleplerini, sırf kendi hayat algımız bakımından önemli ve anlamlı bulmadığımız için sahiplenmiyoruz, hatta düpedüz karşı çıkıyoruz. Bunu aşmadan toplumsal özgürlük sorunumuzu çözebilir miyiz?

Türkiye'nin bir ‘kültürler savaşı’ cehennemine sürüklenmemesinin yegâne sigortası, ‘bizim kültürümüz’ açısından önemli ve anlamlı görünmeyen taleplere de sahip çıkmayı, çıkabilmeyi öğrenmekten geçmiyor mu?

Sadece kendi tatminini meşru gören bireylerden, gruplardan ve kimliklerden oluşmuş bir toplum cendereye sıkışmış bir toplumdur. Böyle bir toplumun cendereden çıkma sürecini ancak, kendisine ‘anlamlı’ gelmese de başkalarının tatminini de samimiyetle savunan ve önemseyen birilerinin cesaretle ortaya çıkması başlatabilir.

 Bağlantı kayışının kopuşu...

 Kürşat Bumin, işte o cesaretle ortaya çıkan ‘birilerinin’ başında geliyordu. Düşünceleriyle ve tavrıyla, sadece kendi mahallesinin mensuplarının değil, onlarla birlikte hatta onlardan daha fazla başka mahallelerin mensuplarının hakları üzerinde odaklanarak mahalleler arasında bir bağlantı kayışı rolü oynuyordu.

O bağlantı kayışlarının en önemlilerinden biri ebediyen koptu işte... Fakat aslında çok daha önce, artık muktedir olan eski mağdurlar tarafından kopartılmıştı.

Yalnız Kürşat Bumin’e değil, ülkenin bütününe yönelik bir haksızlık olan işin bu yanını, Yeni Şafak’ın Kronik Medya’sında birlikte yürüttüğümüz mesaiyi de hatırlatarak pazartesi günü ele alacağım.

Başta, ona ölümünden sonra teşekkür ederken utanması gerekmeyen muhafazakâr okurları olmak üzere bütün okurlarının başı sağolsun.

*

‘TEK AT TEK MIZRAK’ BİR ADAM VE MEDYAKRONİK KOLEKTİFİ / 19 Kasım 2018 / Alper Görmüş – Serbestiyet.com

Seküler ve dindar mahalleler arasındaki bağlantı kayışlarının en sembolik isimlerinden biriydi Kürşat Bumin. Bu kayış ne yazık ki ölümünden önce, artık muktedir olan eski mağdurlar tarafından kopartılmıştı.

 Yalnız Kürşat Bumin’e değil, ülkenin bütününe yönelik bu haksız eylemi, Yeni Şafak’ın Kronik Medya’sında birlikte yürüttüğümüz mesaiyi de hatırlatarak ele alacağımı söylemiştim.

Kürşat Bumin’i anlatmaya bıraktığım yerden devam ediyorum.

Tek at tek mızrak...

 Arkadaşım Kürşat Bumin, ‘kolektif’in parçası olmaktan hiç hazzetmeyen ‘tek at tek mızrak’ bir adamdı.

 Onun bu en karakteristik yanını Medyakronik’teki (2000-2002) ortak çalışma odamızda keşfetmeye başladığımda, hatırlıyorum, oradaki yazıların ‘kolektif imza’ ile çıkmasına razı oluşundan kendime büyük bir övünme payı çıkarmıştım. (Zaman zaman karıştırılıyor: Medyakronik, 2000-2002 arasında Bilgi Üniversitesi’nin bünyesinde faaliyet yürüten bir medya eleştirisi sitesiydi. Kurucuları Kürşat Bumin, Ümit Kıvanç ve Alper Görmüş’tü... Kronik Medya ise, Medyakronik’in birazdan anlatacağım kapanışının ardından, 2002-2005 arasında, Yeni Şafak’ın bir tam sayfasında haftada üç gün yayımlanan ‘köşe’nin adıydı. Orada Ümit Kıvanç yoktu, Kürşat Bumin ve ben vardık.)

 Medyakronik’teki medya eleştirileri, evet, üç kişi tarafından kaleme alınıyordu fakat yazıların altında o yazıyı kimin yazdığına dair herhangi bir imza yer almıyordu. Yani herhangi bir ‘kolektif’in parçası olmaktan hiç hazzetmeyen Kürşat Bumin, Ümit Kıvanç’ın ve benim yazılarımın sorumluluğunu da üstleniyor, bundan bir rahatsızlık duymuyordu. Bu güvenin anlamını Medyakronik’in kısa ömrü sona ermeden keşfettiğimde gerçekten çok mutlu olmuştum.

 Medyakronik’in Kronik Medya’ya dönüştüğü 2002 sonbaharında, Kürşat’ın ‘tek at tek mızrak’ ruh halini artık iyice bilen biri olarak ona bir ‘jest’ yapmaya karar verdim ve Kronik Medya’da yazıların altına K.B. ve A. G. ibarelerinin konması seçeneğini önerdim. ‘Olur, öyle yapalım’ dedi ve öyle de yaptık. Fakat şunu da yine mutlulukla eklemek isterim: Kürşat, Yeni Şafak’taki bağımsız köşesinde ne zaman Kronik Medya’daki bir yazıya referans verse ‘biz’ kalıbını kullanıyor, o yazının hangimiz tarafından kaleme alındığını belirtmiyordu.

 Elbette ben de öyle yapıyordum, fakat biliyordum ki, onun ‘kolektif’e gönderme yapmasıyla, ‘kolektif’e dair kişisel tarihi ve algısı hayli farklı olan benim aynı şeyi yapmam arasında önemli bir fark vardı: Onunkisi çok daha kıymetliydi.

 Medyadaki hikâyesi ve en önemli ders

 Kürşat Bumin’in medyadaki hikâyesinden çıkartılacak en önemli ders şu olmalı: Türkiye gibi kutuplaşa kutuplaşa toplum olmaktan çıkmış bir cemaatler konfederasyonunda dahi  önceliği eleştiride kendi dünyasına, hak savunusunda ise başka dünyalara veren birileri mutlaka çıkar. Fakat bu kişiler cezasız kalmaz, dönemin muktedirleri tarafından mutlaka susturulmak istenir. Bu öylesine sert bir kuraldır ki, muktedire dönmüş eski mağdurlar dahi bir zamanlar kendi mahallesinin küfürleri altında onları savunanmaya çalışanları dahi sustururlar.

 Kürşat Bumin’in ‘susturuluş’ hikâyesi doğal olarak onun muhafazakâr medya (Yeni Şafak) macerasının bir parçası olarak anlatıldı, çünkü son 16 yılı orada geçmişti.

 Oysa eski muktedirlerin son yıllarında (2000-2002) seküler mahallenin içinden seslenen Medyakronik’in kurucularından biriydi ve o zaman da o dönemin muktedirleri tarafından zorbalıkla susturulmuştu.

 Geçen yazının sonunda, şimdi okumakta olduğunuz yazının Kürşat Bumin’in muhafazakâr medyadaki susturuluşuna dair olacağını söylemiştim. Fakat şimdi düşünüyorum da, seküler mahalledeki susturuluşunu anlatmadan oraya geçmek, yukarıda dile getirdiğim ‘temel ders’le uyumlu olmayacak. O nedenle, işin o yanını üçüncü yazıya bırakmaya ve bugün Kürşat Bumin’in Medyakronik macerasının nasıl bastırıldığını anlatmaya karar verdim.

Özkök’ten, ‘sıkı eleştirmeni’ne hak teslimi...

 Hürriyet’in Medyakronik dönemindeki genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök, Kürşat Bumin’in ölümünün ardından “sıkı bir eleştirmenini kaybettiği için çok üzgün olduğunu” yazdı.

 Hakkını yememek için ilave edeyim,  Ölümünden yıllar önce de yazmıştı bunu:

 “Dayak yiye yiye, dayak atanları öğrendim... Bazıları vardır; o, sopa attığını sanır, oysa kulağınızdaki sedası, bir larvanın vızıltısı bile etmez. Larvadır deyip geçersiniz. (...)

“Bir de eleştiriler vardır. Gerçek, sahici... Hak etmediğinizi düşünseniz bile, hak eden insanlardan gelenler... İşte onlar acıtır... Kızarsınız, ifrit olursunuz, uykunuz kaçar... Hafızanızın bir yanına kazınır. Mesela Yeni Şafak gazetesinde yazan Kürşat Bumin... Genel yayın yönetmenliğiniz süresince kim bilir kaç neşeli gününüzün keyfini kaçırmış, kendi çapınızda bir başarının içine etmiştir. İfrit olursunuz, ama elinizin tersiyle asla itemezsiniz. Bilirsiniz ki, içeride bir vicdan vardır. Bilgi vardır. O lafları söylemeyi hak etmiş bir mazi vardır. Takmaz gibi yapsanız da, kendiniz bilirsiniz ki... Bal gibi takıyorsunuzdur...” (Dayak yemeyi en iyi ben bilirim, Hürriyet, 3 Kasım 2011).

 Medyakronik’in kapanışı ve Ertuğrul Özkök

 Fakat işte, bu hak teslimine rağmen Medyakronik’in kapanmasında başrolü oynayan kişi de kendisiydi.

Ümit Kıvanç, Medyakronik’ten ayrıldıktan sonra kurduğu Haysiyet adlı sitede bu süreci şöyle anlatmıştı (Medyakronik hakkında da bilgi sahibi olmanız için tamamını alıntılıyorum):

“Medyakronik, Bilgi Üniversitesi'nin, özellikle Oğuz Özerden'in desteğiyle kurulmuş ve yaşamıştı. Dışarıdan, üniversiteyle bağı olduğundan çok daha fazla sanılıyordu. Oysa bütün faaliyet dönemi boyunca Medyakronik kavramın en sahici anlamıyla bağımsız kalabildi. Bu yüzden, Medyakronik'i hazırlayanlar da onu severek beğenerek izleyenler ve faydalı bulanlar da ilgililere teşekkür borçludur.

Tabiî işin son faslını dışarıda bırakarak söylüyorum bunları.

Son fasla gelince. Ertuğrul Özkök yönetimindeki Hürriyet gazetesi, böyle durumlarda öne çıkan elemanı Fatih Altaylı aracılığıyla, Bilgi Üniversitesi'ne yönelik bir saldırıya girişti. Bu, okulda büyük bir paniğe yol açtı. E, haksız sayılmazlardı, çünkü Hürriyet gibi bir gazetenin belirli bir maksatla bir kurumun üstüne gitmesi halinde neler olabileceği kimse için meçhul değil.

Bu saldırının sebebinin sadece Medyakronik oluşuna inanmak zor. Yine de, kurban edilen, tehditkârı yatıştırmak için gözden çıkarılan, Medyakronik oldu. Önce, dişi tırnağı sökülerek zararsız hale getirilmeye çalışıldı, sonra bu da yetmedi, iş parmak, el, kol... derken Medyakronik 'in varlığını anlamsız kılacak bir aşamaya varıldı. Bunun üzerine, Medyakronik 'i hazırlayanlar da, "bu şartlarda devam edilemez" kararı aldılar.

Yani, Medyakronik , bir büyük medya kuruluşunun şantajı sonucunda kapandı. Direnilebilir miydi? Bilmiyorum. Nelerin göze alınması gerekirdi? Kestiremiyorum. Bireyler pahasına direnilecek olsa, bu ne uğruna yapılacaktı? Direnmesi gerekenler için neyin ne kadar önemi vardı? Bunlar artık gereksizleşmiş sorular.

Ben şahsen en çok, şantajcılar başta olmak üzere, faaliyet dönemi boyunca Medyakronik 'e yapabilecekleri her türlü katkıyı esirgeyen, ama iş zora gelince "kapansın, başka çare yok" diye ortaya çıkanlara kızıyorum.

Neyse, geçmiş olsun. Türkiye'de bağımsız medya eleştirisinin nereye kadar mümkün olduğunu da öğreniyoruz işte.

Sevinilecek tek yan belki de şudur: İki yıldan kısa bir süre içinde, varlığı birileri için rahatsızlık unsuru ve tehdit haline gelebilmiş bir site yaratılabildi bu memlekette. Kurban edilmesi bir şeyleri değiştirebilecek kadar önemsendi. Bu ciddî bir teselli kaynağıdır.” 

 İşte böyle... Ertuğrul Özkök, Medyakronik’in kapandığı günlerde kendisini, “bedava eleştirmen bulmuşum niye kapattırayım” diye savunuyordu. Doğru, Medyakronik’in son günlerinde arkadaşı, İletişim Fakültesi Dekanı Aydın Uğur’u ziyaret ettiğinde ona tabii ki doğrudan “kapatın şunu” diye baskı yapmadı, yapamazdı. Fakat Türkiye’nin iktidar kurup iktidar devirmesiyle ünlü en büyük medya kuruluşunun en etkili adamlarından birinin Bilgi Üniversitesi’ni ziyaret edip “Medyakronik bize neden bu kadar yükleniyor” diye sızlanmasının nasıl sonuçlar doğuracağını da herhalde biliyordu.

 Bu dizinin üçüncü ve son bölümünde  Kürşat Bumin’in seküler medyadaki macerasına çok benzeyen muhafazakâr medya macerasını ele alacağım.

 

Biyografiler Haberleri

Muslih bildiklerimizden Şeyho Duman ve mirası
"Afiye Sıddıki'ye yönelik Amerikan zulmü sürüyor"
İşgal rejimi Gazze kuzeyinde 20 günde 770 kişiyi katletti
Türkiye Yazarlar Birliği Kurucu Başkanı Mehmet Doğan vefat etti
İşgalci İsrail’in kabusu Yahya Sinvar kimdir?