Kurmaca (ve) gerçeklik

Etyen Mahçupyan

-Bir televizyon kanalı için çekilen bir dizi geçen hafta az kalsın felaketle sonuçlanacaktı. Kuyumcu soygunu sahnesini gerçek sanan bir vatandaşın ihbarı üzerine olay yerine baskın yapan polisler, oyunculara silah çektiler.

Neyse ki oyuncular onları senaryonun parçası sanmadılar da hayatta kaldılar... Televizyon dizilerinin algılanma biçimi de bu olayı andırıyor. Apaçık kurmaca olan ürünlerin gerçeği anlattığı ve anlatmak zorunda olduğu sanılıyor. Kurmaca bir hikâyede herhangi bir meslek mensubunun olumsuz davranışını tüm meslek erbabı için hakaret sayıp meslektaşları 'onurlu' duruşa davet eden bu bakış, tüm halkın mensubu olduğu varsayılan 'milli kimliğin' zedelenmesi karşısında daha da alevli tepkiler veriyor.

Kanuni dönemini anlatmaya soyunan dizinin de başına gelen bu... Dizide birçok maddi hata olabilir ve bunları hoşgörüyle karşılamak durumunda da değiliz. Çünkü hikâyenizi gerçek bir şahsiyetin etrafında örüyorsanız, o kişinin hayatına ait tarihsel verileri de dikkate almanız gerekir. Diğer bir deyişle Kanuni dönemini o sırada yaşamakta olan sıradan karakterler üzerinden anlatmakla, bizzat Kanuni üzerinden anlatmak arasında temel bir fark var. Birincisinde kurmacanın sınırları çok daha geniştir ve bunu özgürce kullanabilirsiniz. Ama ikincisinde, o kişiyi tarihsel kılan verileri göz ardı edemezsiniz.

Bu ayrım geçmişe baktığımızda iki farklı düzlemle karşı karşıya olduğumuzu söylemiş oluyor. Birinci düzlem bir sürü olayın birlikte ve iç içe cereyan ettiği veriler alanıdır. Örneğin bir kralın tahta çıktığı yıl böyle bir bilgi ve bununla ilgili yanlışlar, yani maddi hatalar affedilebilir sayılamaz. Ne var ki bu olayların art arda veya yan yana diziminden 'tarih' çıkmaz... Tarih, geçmişin anlamlı kılınmasıdır ve bu da olayların arasından seçmeyi, onları bir önem silsilesi içinde algılamayı ve olaylar arasında nedensellik bağları kurmayı gerektirir. Açıktır ki her tarihçi bunu kendi meşrebi, ideolojisi ve kişisel iddiasına uygun olarak yapacaktır. Ayrıca 'doğru' tarihçiliğin ne olduğu da zaman ve mekân içinde değişmekte, tarihçiler belirli paradigmalar içinde yetişmektedirler. Kısacası bugünün en 'doğru' tarihçiliğinin yarının tarihçileri gözünde ne hale geleceğini bilemeyiz. Ama tarihin muğlaklığı ve öznelliği burada bitmiyor... Tarihçiler geçmişin olaylarını hemen her zaman kendilerinden önce gelen tarihçilerin metinlerinden öğrenirler. Tabii onlar da kendilerinden önce gelenlerin bulgu ve sunumlarına tabidirler. Bu durumda bugünün tarihçisi bilerek veya bilmeyerek kendisinden önceki tüm tarihçilerin ve onların dönemlerinin öznelliklerini taşımak zorunda kalır. Nihayet eldeki sınırlı bilgi ve belgenin de yaşanmış olan gerçekliği ne denli doğru ve eksiksiz yansıttığı başlı başına yanıtsız bir sorudur.

Tarihçinin elinde 'nesnel' bilgi olarak sadece herkese malum olan bazı tarihsel veriler vardır ama her tarihçi bunlardan kendi 'tarihsel olgularını' türetir. Böylece kurmacanın ikinci düzeyine geçeriz. Çünkü şimdi söz konusu 'olgular' arasında nedensellik bağı kuran, olayların niçin 'oldukları gibi' olduğunu açıklayan, geçmişi bizim için anlamlı bir bütünlüğe kavuşturan bir anlatı vardır... Rahatsız edici gelebilir, ama eğer apaçık veri yanlışları, verilerin göz ardı edilmesi ve iç tutarsızlıklar yoksa, biz bu anlatıların hangisinin daha doğru olduğunu bilemeyiz... Bu nedenle de kendi meşrebimize ve ideolojimize yakın olanı seçeriz. Yani tarihin sadece yazılması değil, 'okunması' da ideolojik bir zihinsel süzgeci ima eder.

Kısacası 'gerçek' dediğimiz şeyin bir kurmaca olduğunu ve insan zihninin kurmaca dışında bir gerçeklik yaratma şansının olmadığını idrak etmek durumundayız. Çünkü 'anlamak', dış gerçekliğin ve bu bağlamda tarihsel olayların bizim zihnimizin algılayacağı bir anlamlılığa sahip olmasını ima eder ve biz de bunu kurmaca ile yapar, en üst düzey kurmacaya da 'bilim' deriz...

Tarihe namuslu bakmak, bir yandan kurmacanın gerçekliği anlatma özelliğini sorumlulukla taşımayı, diğer yandan da öznelliğin farkına varmayı ve onu aşan iddialarda bulunmamayı gerektirir. Bizde ise bu sınır kolayca aşılmakla kalmıyor, tarih bugünün kimliğini oluşturan bir kutsallık kaynağı olarak kullanılıyor. Bu yaklaşım tarihi öldürür, bugünü geçmişten kopartır ve kurmacayı tamamen normatif bir kalıba dökerek psikolojik ihtiyaçlarımızın uzantısı kılar. Sonuç, gerçeklikten ve onun çoğulcu yapısından korkan, gerçeklik adına her gün kendisine 'ideal milli kimlik' şırıngalanmasına razı gelen, kendi rızasıyla 'uyutulan' bir halktır.

ZAMAN