Ekonomiden az çok anlayanların neredeyse 10 yıldır öngördükleri "ABD yokuş aşağı gidiyor, dikkat" kehaneti çıkıyor gibi. Dünyanın en büyük ekonomisi tarihinin en derin buhranını/hezimetini yaşıyor desek abartmış olmayız hatta. Hezimet çünkü, tanık olduğumuz karmaşa mali bir krizin ötesinde, dengeleri değiştiren bir jeopolitik zemin kayması, ciddi bir prestij kaybı anlamına da geliyor.
Öyle ki; bugün İstanbul'da yaşayan hafif tutumlu ortalama bir memurun 10-15 yılda toparlayabileceği, İstanbul'da bir kümes almaya bile yetmeyecek 50-60 bin Dolar gibi paralarla "Amerikan Rüyası" görebileceği, tozsuz sokaklı, bahçeli, otoparklı, posta kutulu, steril villaları satın alabileceği bilgisiyle sarsılıyor bünyeler.
Bir yanda garip bir şenlik hissi; "İstanbul'dan ev alacağıma Florida'dan alırım, emeklilik yaklaşıyo be hocam" geyiklerinin belini kırmalar; öte yandan "rüya"nın bitmesi ihtimali ve önümüzdeki gecelerin bizi global bir kabusa yatırabileceği endişesi. Elbette bu seçenek hiç eğlenceli değil.
Evet, dünyanın geri kalan ekonomilerinin neredeyse tamamı, küresel finans krizinden etkilendi, etkileniyor ya da etkilenmemek için paketler açıyor, önlemler alıyor. Siz küreselleşmeyi herhalde, Kemer'de McDonalds bulabilme özgürlüğünden, parayı repoya yatırıp "yatarak" kazanabilme liberalliğinden, Hristiyan Batı'nın ihracı Sevgililer Günü'yle Christmas'ı kutlama modernliğinden ya da son model spor arabayla caka satma başarısından ibaret sanmamıştınız, değil mi?
Krizlerin de, yoksullukların da, adaletsizliklerin de küreselleşmesi, azmanlaşması ve derinleşmesi gibi bir realite sözkonusu ve küreselleşme belirleyicileri sanıldığı gibi sadece teknolojisi en yüksek olan ya da sadece en süper refah toplumu çıkaran ülkeler değil.
Öyle olsaydı, ABD yerine ABD kadar gelişmiş ve iri ekonomiye sahip Japonya, canının çektiği bir yeri mesela Afganistan'ı ayağının altına alır ve sonra dünyanın geri kalanına bunu "global etik"le, "burka açtırıyorum, medeniyet götürüyorum" bahanesiyle açıklayabilir, inandırıcı da olabilirdi. Oysa böyle bir şey olmaz çünkü, ABD'yle Japonya bir değildir. ABD'nin ve ileri Batı toplumlarının ihraç ettiği şeyler daha komplike, sofistike ve fenomenolojik "değer!"ler… Ama konumuz bunlar değiller.
Doğrusunu söylemek gerekirse; iyiliği de, gücü de, vicdanı da, özgürlüğü de, demokrasiyi de uhdesinde tutan bir "süper güç"ün o kadar da süper olmadığını, kendileri gibi sendeleme ihtimali bulunan bir fani olduğunu fark ettiklerinde bir parça şaşıran ve "zaten gıcıktım" istihkakının birazını kullanarak hafiften şımarıklık yapan insanları da anlıyorum; "O köhne fikirlerinizin sağlamasını yapıp sevinmeyin gafiller, bunun ucu bize de değecek" diyen Ayn Randçı liberal isimleri de…
Ama bu bunalımı "Bakın kapitalizm çöküyor, komünizme döneceğiz" diye yorumlayarak el ovuşturmaya başlayanları gerçekçi bulmadığım gibi; finans krizinin sebebini devlet müdahalesine bağlayan ve krizi devletin para- kredi genişlemesi yoluyla piyasaya aşırı müdahalesiyle açıklayanları da fazla romantik/inançlı buluyorum doğrusu.
Çünkü araştırmacılar (Fahriye Öztürk – Kemal Çakman: Keynes, Krizlerin Dinamiği ve Globalizasyon) kapitalist sistemde küresel bir finans krizinin kaçınılmaz olduğunu söyleyen Keynes'ten hareketle, 1985-2000 yılları arasında ABD'de bir krizin patlak vermemiş olmasını, ABD merkezli gelişen bir teknolojik patlama dalgasının (uydu iletişimi, bilişim, bilgisayar ve internet) uyarmış olduğu yatırımlara bağlamakta. Çok daha önce öngörülen ve dünya için neredeyse mukadder olan bir kriz fikri akla daha yatkın geliyor. Çünkü küçük müdahalelere bile dayanamayacak kadar kırılgan bir ekonomiye güven olmayacağı, ekonomi bilmeyenlerin bile kolayca kestirebileceği bir ihtimal.
Keynes nitekim, konuyu uzun uzun, akademik akademik anlatırken "efektif talep yetersizliği" olarak ifadelendirdiği ve gelir dağılımındaki eşitsizliğin ve dengesiz büyümenin gün gelip zengin ülkelerin, zenginlikleri oranında başına bela olabileceğini öngördüğü kriz tahlilinde de, benzer şeyler söyler.
Yani özetle, küresel finans piyasasını, uluslar arası gelir uçurumunun mahvedeceği gibi bir tezle ironinin nişanesini, daniskasını, şahikasını bırakır elimize. Krizin kendi yağıyla kavrulan ya da fakir olan ülkeleri değil, daha çok ileri derecede sermaye birikimine ulaşmış refah toplumlarını vuracak olması gibi bir traji-komedinin şaka gibi gerçekliğini haber verir. Yükseldiğin kadar düşeceksin, zenginleştiğin kadar ödeyeceksin, ilerlediğin kadar küçüleceksin diyen bir tür ilahi adalet, regülasyon mekanizması, te'dip distribütörü gibi görünmüyor mu size de? Abartmak gibi olmasın hatta latife olsun ama; bu sakın, Afrikalı karnı şiş çocukla, Ebu Gureyb'de çile dolduranların ahı olmasın.
Bugüne kadar serbest piyasayı modern, başarılı ve ilerici toplumların temeli olarak niteleyen yüzlerce iktisatçının görüşüne ilk bakışta hak vermemek mümkün değil gibi… Gelgelelim, insan düşünüyor; bireylerin, toplumların, hatta bugünkü noktada tüm dünyanın kaderinin "piyasa güçlerinin", yani "spekülatörlerin" insafına bağımlı olduğu bir sistem, "toplumların kendi kaderine hakim olabilmesi açısından" bakıldığında ilerlemeyi mi, yoksa gerilemeyi mi işaret eder, emin değilim.
İlerleme de, mortgage kredilerinin oluşturduğu yanılsama gibi bir şey mi galiba. Sen o çok beğendiğin 350 bin dolarlık evin sahibi olduğun zehabına kapılıyorsun, kendini ayrıcalıklı, mutlu ve başarılı hissediyorsun; bunun bir tür hülya olduğunu ise çok sonradan her şeyi kaybettikten sonra anlıyorsun. İlginç değil mi? İlginç, ilginç…
YENİ ŞAFAK