Analiz: Dr. Süleyman Güder/ AA
Yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgınının insanlık tarihi açısından önemli bir kilometre taşı teşkil edeceği şimdiden yaygın bir kanaate dönüşmeye başladı. Tarihin hiçbir döneminde hiçbir salgın Kovid-19 kadar küresel bir etkiye sahip olmamıştır. Bunun en önemli göstergesi neredeyse hiç kimsenin salgın öncesi en sıcak tartışmaları bile hatırlayacak durumda olmaması. Etkileri açısından bakıldığındaysa, birçok kişinin iddia ettiği “bundan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı” ve “yeni normallerin” oluşacağı yargısı her geçen gün biraz daha doğrulanıyor. Hiç şüphe yok ki bu yeni durumun bireyleri, devletleri ve uluslararası siyaseti etkileyen yönleri olacaktır.
Kovid-19 salgınının bireylerin hayatına ve devletlerin politikalarına nasıl etki edeceğine dair geniş bir yazın da şimdiden oluşmaya başladı. Meseleyi uluslararası sistem ve küresel siyasete etkisi açısından ele alan sınırlı sayıdaki çalışma, doğal olarak ağırlıklı bir şekilde bir durum değerlendirmesi niteliği taşıdığından, geleceğe yönelik projeksiyonlara duyulan ihtiyaç gün geçtikçe artıyor. Kovid-19’un nasıl sonuçlanacağı, küresel siyasette ve Türkiye’de ne gibi sonuçlara yol açacağı, cevaplanması merakla beklenen sorular olarak karşımızda duruyor. Görünmez düşman Kovid-19’un etkisi hâlâ devam ettiğinden bu soruların halihazırda verilebilecek kesin ve tek bir cevabı bulunmuyor. Bu süreçte olsa olsa bir takım öngörülerde bulunmak mümkün olabilir.
Uluslararası sistemde artan belirsizlik, düzensizlik ve ilkesizlik hali
Mart 2020’de baskın bir şekilde küresel siyasetin gündemine gelen Kovid-19 salgını uluslararası sistem açısından bir milat niteliği taşıyor. Fakat uluslararası sistemdeki değişiklikler ve yapısal değişimler ilk defa salgın sonrasıyla gündeme gelmiş değil. Doğrusu, uzunca bir süredir küresel eğilimler açısından bakıldığında dünya siyasetinde belirsizliğin, düzensizliğin ve ilkesizliğin arttığı bir dönem yaşanıyordu. Bu durum, teknik olarak Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle başlatılabilecek olsa da fiili olarak 11 Eylül’de İkiz Kuleler’e yönelik saldırıyla başlatılabilir. Özellikle de 2008 ekonomik krizinin ardından yükselen sağ ve popülist liderlerin iktidara gelmeleriyle bu durum çok daha belirgin oldu. Son yıllarda küresel siyasetin işleyişine bakıldığında geçmişten gelen birtakım uluslararası normların, ilkelerin, teamüllerin ve uygulamaların sıklıkla açık bir şekilde ihlal edildiği bilinse de bu alenen ve özensizce yapılan ihlaller geçtiğimiz on yıl içerisinde yalın bir şekilde, oldukları gibi gündeme gelmemişti. Bilhassa, küresel güçler uluslararası hukuk ve teamülleri sıkça göz ardı ederek diğer devletlerin iç işlerine müdahale etmekten imtina etmemekteler. Uluslararası sistemde yaygın bir hal alan bu belirsizlik, düzensizlik ve ilkesizlik Kovid-19’un yaşandığı bugünlerde de devam ediyor ve bundan sonra da artarak devam etmeleri öngörülüyor. Uluslararası sistemdeki söz konusu belirsizlik ve düzensizliğin ortaya çıkmasında esasen belirleyici olan, küresel lider rolünü oynayan ABD’nin izlediği politikaların etkisidir. Örneğin Donald Trump’ın ABD başkanı olarak seçildiği 2017’den bu yana ABD’nin onlarca uluslararası hukuk kuralını açıkça ihlal ettiği biliniyor. Suriye’ye ait Golan Tepeleri’nin İsrail’e verilmesi ve Kudüs’ün uluslararası statüsünü ihlal ederek İsrail’in başkenti yapılmasına izin vermesi, terör örgütü PKK/PYD’ye binlerce tırlık silah/mühimmat yardımında bulunması gibi politikalar bunların en fazla bilinenleri.
Washington yönetimi küresel anlamda süper güç olmanın avantajlarından yararlanmada herhangi bir sınır tanımazken, küresel sorunların külfetini ise üstlenmekten imtina ediyor. Küresel sorunlarla karşı karşıya kaldığında süper güç olarak üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmek yerine ABD yönetimi Amerikan çıkarlarını öne sürüyor. Trump, Kyoto Protokolü’ne imza atmayarak gösterdiği yaklaşımı şimdi de Dünya Sağlık Örgütü’ne (DSÖ) sağladığı maddi desteği dondurarak gösterdi. Bu ve benzeri durumlarda öne çıkan meşhur “America First” (Önce Amerika) yaklaşımıyla ABD, dünya liderliğinin sorgulanmasına yol açtı.
Doğrusu, uluslararası sistemde artan belirsizlik, düzensizlik ve ilkesizliğin ortaya çıkmasında en çok payı olan devlet olsa da bundan ABD yönetimi tek başına sorumlu değil. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) de bunda sorumlulukları bulunuyor. Birleşmiş Milletler’e üye 193 ülke arasında güvenlik ve barışı korumakla yükümlü olan Konsey’in hem Kovid-19 salgını süresince hem de öncesinde kendisine biçilen misyonu gerektiği gibi yerine getiremediği görülüyor. Konseyin yapısı ve işleyişinden kaynaklanan bir hal olarak, daimî 5 üyenin çıkarları[na dokunan durumlar] dışında uluslararası sistemde artan belirsizlik, düzensizlik ve ilkesizlik hali olarak ifade ettiğimiz durumun iyileştirilmesine dair herhangi bir adım atılamamakta. Bu durum uzunca yıllardır meşruiyeti sorgulanan BMGK’nın bundan sonra daha fazla sorgulanmasına yol açacak. İnsanlığın yüz yüze geldiği en büyük felaketlerden birinin yaşandığı bu günlerde Konsey, uluslararası güvenlik ve barış adına herhangi somut bir adım atmak bir yana, toplantı bile yapamayıp karar almaktan aciz bir görünüm arz ediyor. Uluslararası sistemin işleyişine dair yeni bir mutabakat sağlanmadığı müddetçe de bu durum sürmeye devam edecek. Dolayısıyla, egemen devletlerin kahir ekseriyeti, aralarındaki eşit olmayan şartlar ve durum itibarıyla mütemadiyen küresel devletlerin meydan okumalarıyla karşı karşıya kalmaktalar.
Uluslararası örgütler önce sorgulanacak sonra güçlenecek
Kovid-19 salgını uluslararası sisteme dair yoğun sorgulamalara yol açtığı gibi küresel yönetişim ve işbirliğine dayanan vizyonun gözden geçirilmesine fırsat sağlıyor. Küresel salgınla birlikte uluslararası örgütlerin varlık ve işlevleri her zamankinden daha fazla sorgulanmaya başlandı. Küresel kurumlarda açık seçik bir yönetişim zaafının olduğu tespitini de yapabiliriz. Peki ortada ciddi bir başarısızlık olduğu düşünülüyorsa uluslararası örgütlerin meşruiyeti sorgulanmalı değil mi? Elbette söz konusu örgütlerin işlevleri ve kurumsal yapıları itibarıyla bir sorgulama yapılmalı fakat bu sorgulamanın bu kurumların meşruiyetleri zemininde yapılmaması gerekiyor. Çünkü salgın süreci bize, uluslararası örgütlerin ne kadar gerekli olduğunu açık bir şekilde gösterdi. Küresel etkileşimin bu denli yaygın olduğu bir dünyada küresel yönetişim ve işbirliğine ihtiyaç her geçen gün artıyor. Küresel bir salgınla etkili bir mücadele yine küresel bir dayanışmayla mümkün olabilir. Ülkelerin tek başlarına Kovid-19 ve benzeri krizlerin üstesinden gelemeyeceği bizzat içinden geçtiğimiz şu salgın günlerinde net bir şekilde anlaşılmış durumda. İnsan etkileşiminin, sermaye ve mal akışının bu kadar yoğun ve girift olduğu bir dünyada meselenin sınır aşan boyutu dikkate alınmalı. Uluslararası kurum/kuruluşların olmadığı veya zayıf olduğu bir çözüm gerçekçi görünmüyor. Sorun küresel olunca başarılı da olsa yerel çözümlerle sorunların üstesinden gelmek, uluslararası sistemin istikrarı ve güvenliği için yeterli olmuyor.
Bu çerçevede, uluslararası bir örgüt olan DSÖ, konu sağlıkla ilgili olduğu için salgın günlerinde sıkça gündeme geldi. Salgın dönemindeki performansına bakıldığında DSÖ’ün çok başarılı bir profil çizmediği, sürece dair çok fazla çelişki ve soru işaretlerine sebep olduğu görülüyor. Örgütün ihmalleri ve salgına verdiği yetersiz tepkiye dair eleştiriler haklı olmakla birlikte DSÖ’nün mevcut yapısı ve işleyişini dikkate aldığımızda yapabileceklerinin sınırlı olduğunun da altı çizilmesi gerekiyor. Ayrıca DSÖ’nün çok fazla eleştirilmesinde Trump yönetiminin önemli bir etkisi de oldu. Kovid-19 sürecini yönetmede ve gerekli tedbirleri almada ciddi zafiyet gösteren yönetim ABD kamuoyunda çok yoğun eleştirilerle karşı karşıya kaldı. Başkan Trump, hem yaklaşan başkanlık seçimlerine bir yatırım olarak hem de salgının yönetimindeki başarısızlıklarını örtbas etmek için, salgını geç duyurduğu gerekçesi ve Çin yanlısı hareket ettiği iddiasıyla DSÖ’yü ağır şekilde eleştirdi. Şüphesiz DSÖ’nün bu denli eleştirilmesinin arkasında ABD’nin uzunca bir süredir Çin’in yükselişine dair verdiği mücadele yatıyor. Bu sebeple, genel olarak siyasi mülahazalar barındıracağı endişesiyle DSÖ’ye yapılan eleştiriler konusunda daha ihtiyatlı olunması yerinde bir yaklaşım olacaktır. Meşruiyet sorunu olmayan bu kurumların, birtakım eksiklik ve ihmalleri yüzünden topyekûn işlevsiz ilan edilmesindense yapılacak bazı yapısal düzenlemelerle kurumsal anlamda daha işlevsel bir hale getirilmeleri daha isabetli olacaktır. Zira, salgın sonrasında tüm devletlerin ortak akılla alacağı karar da muhtemelen DSÖ gibi uluslararası örgütlerin daha işlevsel hale getirilmesi olacaktır. Nihayetinde gerekli olan bu tür sorgulamalar neticesinde söz konusu örgütlerin zayıflamak bir yana, güçlenerek yollarına devam etmesi bekleniyor.
Türkiye için tarihi bir fırsat
Gerek uluslararası sistemdeki belirsizlik, düzensizlik ve ilkesizliğin kaygı verici durumu gerekse de uluslararası örgütlere dair sorgulama süreçlerinin küresel siyasete önemli etkileri olacak. Peki uluslararası sistemin bir üyesi olan Türkiye’nin Kovid-19 salgını sonrasında mevcut durumu dikkate alarak nasıl bir pozisyon alması kendi menfaatleri açısında uygun olacaktır? Elbette bununla ilgili çok daha geniş çaplı bir gelecek projeksiyonuna ihtiyaç duyuluyor fakat yukarıda zikredilen iki temel hususa dair birtakım politikaların takip edilmesi isabetli olacaktır.
Uluslararası sistemdeki artarak devam eden belirsizliğin bertaraf edilmesinde uluslararası toplumun yetersiz kaldığı biliniyor. Uluslararası hukukun temel ilke ve teamüllerinin aşındığı böylesi bir yaklaşımı Türkiye’nin kabul etmesi mümkün değil. Böylesine bir davranış Türkiye’nin geçmişten gelen ve halihazırda sahip olduğu iddialarına uygun düşmüyor. Türkiye’nin reelpolitiğe teslim olmadan uluslararası sistemin işleyişine dair yeni bir yaklaşım sergilemesi bekleniyor. Uluslararası sistemdeki menfi durumun etkilerinden kurtulmak için Türkiye’nin güç dengesini iyi okuyarak kuracağı ittifaklarla kurumsal/örgütsel bir çatı altında varlığını sürdürmesi en uygun yol olacaktır. Böylelikle, Türkiye hâlen üyesi olduğu Birleşmiş Milletler (BM), NATO, İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT), Kuala Lumpur Zirvesi ve diğer bölgesel ve uluslararası örgütlerde çok daha aktif bir rol alarak, uluslararası sistemde küresel güçler tarafından özensizce izlenen ulusal çıkarlar cenderesinden kendini kurtarabilme imkânı elde edecektir. Zira uluslararası sistemde istikrarı sağlamak, küresel güçlerin keyfî davranışlarına engel olmak uluslararası hukukun işletilmesiyle, daha da önemlisi uluslararası toplumun harekete geçirilmesiyle mümkün olacaktır. Hiçbir küresel güç uluslararası toplumun baskısını ilanihaye göz ardı edemez.
Başka bir açıdan bakıldığında Türkiye’nin uluslararası sistemin sorunlu işleyişine karşı son yıllarda dile getirdiği “Dünya beşten büyüktür” söylemi “daha adil” yeni bir dünya sistemi arayışına katkı sağlayacaktır. Normal şartlarda uluslararası gündemde yer bulması zor olan bu tür hoşnutsuzluklar, Kovid-19 salgını gibi tüm insanlığı tehdit eden olağanüstü durumlarda dile getirildikleri takdirde çok daha güçlü karşılıklar bulabilir. Üstelik BMGK’nın tüm insanlığın ortak düşmanı olan Kovid-19 gibi bir konuda harekete geçememesi mevcut uluslararası sisteme olan güveni bir kez daha zedelemiş ve sistemin ve güç dengesinin değişmesi gerektiğine dair tartışmaları gündeme getirmiştir. Türkiye’nin bilhassa benzer durumdan rahatsız olan Hindistan, İran, Güney Afrika, Brezilya vb. ülkelerle tesis edeceği güçlü ve kalıcı ilişkilerle mevzubahis olumsuz tablonun yüksek sesle gündeme gelmesi daha kolay olacaktır. Fakat uluslararası sistemde yerleşik bunca kurum ve politika varken “yeni bir dünya düzenine” geçmek ve küresel sistemde köklü değişikliklerin gerçekleşmesi çok da kolay olmayacaktır. Yapılması gereken şey, Türkiye’nin bu yöndeki gelişmeleri yakından takip edip imkanları elverdiği ölçüde katkı vermesidir. Bu yönde sonuç almak için ısrarla ve sabırla sorunların üzerine gitmesidir.
Türkiye’nin özelikle de uluslararası örgütlerde daha aktif rol alması ve yapıcı bir tutum sergilemesi bu açıdan çok önemli. Sahip olduğu güçlü sağlık altyapısıyla Türkiye gibi Kovid-19 salgınını yönetmede başarılı ülkelerin başta DSÖ olmak üzere söz konusu diğer uluslararası örgütlerin yeniden yapılanmasında inisiyatif alıp reform yapımına katkı sunması küresel sistemin geleceği açısından önemli işlevler görecektir. Bu yönde atılacak adımlar ve müspet yaklaşımlar küresel iddiaları olan ve küresel aktör olmaya çalışan orta büyüklükteki bir ülke olarak Türkiye’nin dünya siyasetindeki güvenirliğini de arttıracaktır. Daha şimdiden Türkiye bu konuda kayda değer adımlar attı. Türkiye küresel güçlerin aksine, Kovid-19 salgınıyla mücadelede çok daha fazla sorumluluk almış, sanayi olarak çok daha gelişmiş ülkelerin de aralarında yer aldığı onlarca ülkeye yüklü miktarlarda tıbbi malzeme ve sağlık ürünleri yardımında bulunmuştur. İşte tüm bunlar, salgını önlemede “herkesin kendi başının çaresine baktığı” bugünlerde dost-düşman herkes tarafından bir kenara not edildi, Türkiye’nin karnesine ise olumlu bir not kaydedildi.
*
[Dr. Süleyman Güder İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyesidir]