Uluslararası politika çok hareketli. Suriye, Rusya’nın Türkiye ile gerginliği ve bu olay üzerinden Rusya ile NATO’nun karşılıklı hamleleri, IŞİD, vs. Türkiye ise tüm bu gelişmelerin odağında. Diğer yandan son 5 yıldır adeta da donmuş durumda olan Türkiye – Avrupa Birliği ilişkileri, binlerce mültecinin Avrupa kapılarına dayanmasının ardından AB’nin harekete geçmeye karar vermesi, Geri Kabul Anlaşması’yla canlandı. Prof. Beril Dedeoğlu hem küresel gelişmeleri hem de AB’nin Türkiye’ye ilgisinin ve son gelişmelerin perde arkasını Al Jazeera’ye anlattı.
Rusya, Türkiye ile arasındaki uçak krizini sürdürmekte kararlı görünüyor. Rusya’nın amacı ne? Bu gerginlik nereye kadar gidebilir?
Gördüğüm kadarıyla silahlar kınından çekildi. NATO ve Rusya kendi askeri alanlarının hattını çiziyor. Rusya, Ermenistan – İran – Suriye eksenini bırakmam, diyor. Bir kaç boş alan var. Bunlardan biri, Akdeniz’in Kıbrıs çevresi. Diğeri de Hazar’da, Azerbaycan’ın kıyısı olan bölge. Tarafı belli olmayan bu adacıklar konusunda taraflar arasında birbirini yoklama, birbirinin alanını zorlama, alanını genişletme mücadelesi var. Yani bir hat savaşı var. Kim, nerede, hangi çizgide duracak? Yeni Berlin Duvarı nerede çizilecek? Şu an onun mücadelesi var. Ve bu çok zor bir mücadele. Belki Amerika ve Rusya onu nerede dengede tutacaklarını bilebilir, kontrolü elden bırakmayabilirler. Ama bölgedeki devletler ve oyuncular çatışma riskini artırabilir. İran’ın ne yapacağını ya da Suriye’de Esad’ın irrasyonel davranıp davranmayacağını bilmiyoruz. Şu an kınından çekişmiş, içi mermi dolu tüfekler birbirine dönmüş vaziyette. Bu, denetimli bir şey ama ya ABD ya da Rusya dışında birisi tetiğe basarsa, ne olacak? Bu, tehlikeli bir oyun. Belki hakikaten Türkiye tetiğe bastı.
Türkiye’nin hava sahasını ihlal eden Rus uçağını düşürmesi zaten gergin olan ortamda, o kıvılcım mı oldu?
Türkiye ile bu olay yaşanmasa, başka bir şey olacaktı. Türkiye, kıvılcımın aleve dönüşmesinin yolunu açtı yoksa bu, Türkiye ile Rusya arasında bir mesele değil. Rusya ne için durup dururken Türkiye ile uğraşsın!
Rusya’nın Batı blokunda da en iyi anlaştığı ülkelerden biriydi Türkiye.
Aynen öyle... Bir güç dengesizliği de var. Niçin böyle bir şey yaparak tümüyle karşı tarafa itsin Türkiye’yi? Bu işin doğrudan Türkiye ile ilgili hiçbir yanı yok, Türkiye de bunun farkında. Rusya kendi varlık alanını konsolide edebilmek için NATO’nun kendi alanını konsolide etmesini sağlıyor. Örneğin NATO Karadağ’a üyelik teklif etti.
Sizce Rusya Türkiye’den böyle bir tepki bekliyor muydu?
Bence bekliyordu çünkü ilk sınır ihlali, ilk uyarı değildi. Rusya açısından düşünürsek, maliyeti en düşük askeri kriz Türkiye ile yaşanabilirdi ve öyle oldu.
"Suriye, Mısır gibi olacak"
Rusya yıllar sonra “Ortadoğu’da ben de varım” dedi ve Suriye’de operasyona başladı. Suriye meselesi nasıl devam edebilir sizce?
Mısır’daki gibi olacak.
Yani?
Mısır’da muhalefet bertaraf edildi, yerine Sisi geldi. Sonra Sisi tekrar seçildi. Bazı muhalifler bir miktar iktidara ortak olacak ama orada Esadlı ya da Esadsız yeniden düzenlemenin kaptanı Rusya olacak. Benim gördüğüm bu.
Suriye’yi yeniden şekillendirecek tek unsur Rusya mı olacak? Ya Batı?
Ağırlıklı oyuncu Rusya olacak. ABD 4 defa siyaset değiştirmeseydi, kimi ve nasıl destekleyeceklerine karar verselerdi. O kararsızlığı Rusya politikaya çevirdi. Bütün dünya açısından oldukça riskli bir gelişme bu. Bir tek iyi yanı var.
Nedir o?
Her oyuncu, her terör örgütü ve her devlet safını seçecek. Rusya buna zorluyor. Yani ‘elveda küreselleşme’ diyebiliriz bir anlamda.
Yani iki kutuplu dünyaya geri dönüş mü?
Evet, Rusya buna zorluyor.
Rusya’nın buna ekonomik anlamda gücü var mı? Bir yandan petrol fiyatları 40 doların altına düştü.
Ama petrol fiyatlarının son dönemde bu hale gelmesi, Çin ekonomisindeki yavaşlamadan kaynaklandı. Aslında Çin’e de sistemin dengeleyici rolü yeniden yükleniyor.
Peki bu neye, kime yarar?
Bir kere Rusya kendi ekonomik piyasalarını da belirlemiş oluyor. Suriye’nin, Irak’ın, Orta Asya’nın, Afganistan’ın bir kısmının yeniden kalkınması konularında kendine yeni bir piyasa açmış oluyor. Akdeniz’in büyük bir kısmını Avrupa’ya bırakıyor, “Yeni açılım alanlarınız, Türkiye. Onunla yeniden kalkının” diyor. ABD’ye “senin zaten güneyin var” diyor. Burası da benim alanım, diyor. İkincisi, biraz tanımsız küresel sistemden tanımlı küresel sisteme geçiliyor. Bu, daha öngörülebilirdir. İkinci olumlu yanı da şu, devletlerin baskı yaptığı bir ortamda, bu kadar çok savaş gemisinin olduğu yerde terör örgütlerinin kıpırdama imkânı çok sınırlı olur. Küçük eylemler ya da tanıdık örgütler varlığını sürdürebilir. PKK gibi... Fakat DAEŞ gibi örgütler tümüyle ortadan kalkmaz ama yaşam alanı daralır. Bu, her iki tarafın da istediği bir şey.
"DAEŞ kendiliğinden oluşmadı, yapımlandırılmış bir örgüt"
IŞİD’e ABD, Avrupa, Rusya, Türkiye neredeyse herkes karşı ama hâlâ bitirilemiyor. IŞİD ile nasıl mücadele edilebilir? Yoksa IŞİD yakın geçmişte bölgede yaşanan bazı gelişmelerin doğal bir sonucu muydu?
DAEŞ kendiliğinden oluşmuş bir şey değil, yapımlandırılmış bir örgüt.
Kim yapımlandırdı o zaman IŞİD’i?
Onu anlamak için henüz erken ama Suriye – Irak bölgesine hem NATO’yu davet eden hem de Rusya’yı davet etmiş bir oyuncu. Bugün böyle iki kutupluluğu zorlayacak bir sistem varsa, bunu DAEŞ yoluyla başardılar. Misyonu, hem Rusya’yı DAEŞ ile mücadelenin Esad üzerinden olması için hem de Batı’yı, Avrupalıları, NATO’yu davet etmekti. Herkes davete icabet etti. Herkes silahlarıyla bölgede. O zaman DAEŞ misyonunu yerine getirmiş demektir.
"Küresel sistem değiştiğinde, haritalar da değişir"
Irak ve Suriye neredeyse parçalanmış yapılar. Sykes-Picot bitti mi?
Küresel sistem her değiştiğinde, haritalar da değişir. Mesela Soğuk Savaş bittiğinde, haritalar da değişti. Yugoslavya dağıldı, Almanya birleşti. Mesele, burada hangi oyuncunun kimi tutacağıyla ilgili. Türkiye de bu açıdan bir karara zorlanıyor gördüğüm kadarıyla. Çünkü Türkiye’nin sınırında kim olacağına karar vermesi gerekiyor. Ve sanıyorum çok da istemediği oyuncular olacak. Ama onlarla nasıl geçineceğini Türkiye öğrenecek.
Irak’a gelelim. Türkiye neden Musul’a asker gönderdi? Amacı ne?
Musul, Kürdistan bölgesi açısından son derece yaşamsal, buranın birçok açıdan hassas bir değeri var. Türkiye’nin bir küçük deney yaptığını ve bu deneyin sonunda da Bağdat Merkezi Hükümeti’yle de görüşmek durumunda olduğunu da dünya kamuoyuna duyurduğunu söyleyebiliriz. Yani Musul’un statüsü ya da geleceğiyle ilgili olarak Türkiye diyor ki: Ben bunu Bağdat’la görüşeceğim. Eğer bu görüşme sonucunda, mesele tatlıya bağlanırsa, Türkiye yakın coğrafyasında kimlerin olmasını tercih ettiğini de dünyaya açıklamış olacak. Diğer bir ifadeyle Musul üzerinden Türkiye öncelikle Irak yönetimine, ama esasen bu yönetimin arkasındakilere Irak’ın bazı yerlerindeki ağırlığından vaz geçmeyeceğini söylemiş oluyor.
Yani Türkiye ‘orada bir şey yapılıyorsa, beni de hesaba katın, ben de buradayım’ mı dedi?
Evet. Son derece açık...
Türkiye Suriye ile sınır bölgesinde kantonlar olmasın diye var gücüyle uğraşıyor ama göstergeler orada bir Kürt yapısı oluşacağına işaret ediyor gibi... Ya da alternatifinin IŞİD olacağına...
Diyelim ki Kürt kantonları oluştu. Onlar da Türkmenlerle iyi geçindi ve tıpkı Barzani gibi Türkiye ile ittifak kurmaya karar verdiler. O zaman sorun ne?
Türkiye bunu kabul eder mi?
Nasıl Barzani’yle bir dostluk varsa, bunlar da olabilecek şeyler… Birincisi, Türkiye Suriye’deki Kürtlerin bu tür bir tercih kullanması için baskı yapıyor olabilir. Eğer buna razı değillerse, o zaman başkaları olsun istiyor olabilir. Ama oyun Türkiye’nin elinden çıkmış durumda. Çok fazla oyuncu var ve büyük güçler ABD ve Rusya bölgede. Bu artık İran ile Türkiye’nin, bölge devletlerinin manipülasyonlarıyla yürüyebilecek aşamayı geçmiş vaziyette.
"Batı’yla ilişkilerde artış olacağını tahmin ediyorum"
Bölgede çok ciddi değişiklikler oluyor. Önümüzdeki dönemde Türk dış politikası nasıl şekillenecek sizce?
Türkiye’nin bundan sonraki dış politikası özellikle Avrupa ile daha yakınlaşma, NATO İttifakı’nın saflarının daha fazla sıkılaşmasına katkı sağlayacak, ABD ile stratejik ilişkilerini daha da sıkılaştıracak. Dolayısıyla Batı’yla ilişkilerinde bir artış olacağını tahmin ediyorum. Öte yandan Türkiye’nin Azerbaycan, Gürcistan üzerinden o koridoru açık tutacağı ve Ortadoğu’daki halklar yoluyla da bazı koridorları kapatmayacağı kanısındayım. Yani doğrudan Suriye ile ilişkilerin geliştirilmesinden söz etmiyorum, çeşitli koridorları olacak. Belki güneyde yeni açılımları olacak. Mısır’la, diğer Kuzey Afrika ülkeleriyle...
Mısır derken mevcut Sisi yönetiminden mi söz ediyorsunuz?
Belki mevcut yönetimin içinden de kanalların açık tutulması söz konusu olabilir. Basra Körfezi, Mısır, biraz daha güney ilişkilerini güçlendirecek, Suriye ve Irak’ta da koridorları kullanacak yani ya halklar ya da etnik, dinî gruplar üzerinden o koridorlar açık kalacak.
Fransa’da aşırı sağcı Ulusal Cephe’nin yerel seçimlerin birinci turunda galip gelmesi, Donald Trump’ın “Müslümanlar ABD’ye girmesin” söylemi... Bunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Avrupa ve ABD’deki bu İslami radikal örgütlerin yaptığı eylemlerin aşırı sağı güçlendireceği belliydi. Göç baskısının da çok büyük etkisi var. Nasyonalizmin yükselmesi, Akdeniz’de, Hazar’da bu kadar savaş gemisi varken insana kötü bir hatırlatma yapıyor. Nasyonalizm ötekinin tanımlanması konusunda sadece devletleri hedef almış değil. Bir önceki aşamada, “hangi halklar düşman?” var. Hem ABD’de Cumhuriyetçi aday Trump’ın hem Avrupa’da yükselen sağın kendine Müslümanları hedef seçmiş olması, kendileri açısından hiç hayırlı bir geleceğe karşılık gelmiyor. Tüm Avrupa’da bunun epey baskın bir eğilim olduğunu görürsek, bu Müslüman dünyadan çekilme anlamına gelecek. Yani hem Müslümanları kovalım hem de biz onlarla aramıza hat çekelim. Bu hattı sıkıştırmak, kendini de sıkıştırmak demek. Kendini dar bir alana sıkıştırmış bir Avrupa’nın o halkayı genişletmesi için silaha sarılması gerekir. Çok tehlikeli bir gidiş olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla demokratların, merkezdeki siyasi partilerin aklını başına toplaması gereken bir dönem Avrupa’da. Bu durum, biraz da onların da zafiyetinden de kaynaklandı. Hollande’ın çok başarılı olmaması, Sarkozy’nin çuvallaması sonucu sosyalistlere şüpheyle bakan Fransızların gidip aşırı sağa oy kullandığını gösteriyor.
Le Pen’in oy artışı nereye kadar gidebilir?
Sınırının bu olduğu kanaatindeyim. Bu, yeterince paniğe düşmelerine yol açabilecek bir gelişme. Esas endişe, bunun İtalya, İspanya gibi güney eksenindeki başka ülkelerde de yaygınlaşma ihtimali. Bu, çok endişe verici.
Gelelim 11 yıl sonra yeniden gündemimize giren Avrupa Birliği’ne. AB üyeleri 4,5 yıl boyunca Suriyelilerle hiç ilgilenmedi. 700 bin Suriyeli sığınmacı kapılarına dayanınca, konuya el attılar ve Türkiye ile anlaşma geldi. AB’nin ilgisinin tek sebebi bu mu?
Bu ilginin iki önemli sebebi olduğunu düşünüyorum. Birincisi, kapılarına dayanan yasadışı göç. İnsanların denizleri, dereleri aşarak kitleler halinde gelmesi, Aylan Bebek’in ölümü gibi haberlerin basında yer alması yani vicdani bir sorumluluk, “Ne olacak bu insanlar? Hepsi gelirse ne olacak?” sorusunu gündeme getirdi. İkincisi de, Rusya’nın Suriye’de askeri olarak varlık göstermeye başlaması. Ukrayna’nın ardından Suriye gelince AB Rusya tarafından çevrelendiğinden emin oldu. Bu şartlar altında bir karar vermeleri gerekiyordu. Eğer Türkiye ile bu konuyu üçüncü bir ülke gibi görüşürlerse, Türkiye’nin Rusya tarafına kayma ihtimali artabilirdi. Bu da stratejik olarak Rusya’nın etki alanının Bulgaristan, Yunanistan sınırına kadar gelmesi ve Kıbrıs’ı da kapsaması anlamına gelebilirdi. İkincisi seçenek de, Türkiye’yi kazanıp hem Rusya’nın sınır hattını hem de göç sınır hattını Türkiye – Suriye sınırı haline getirmekti. Anlaşılan üye devletler arasında çok ciddi görüş ayrılıkları olmuş. Fakat Göç Eylem Planı çerçevesinde ilişkilerin ısıtılması önerisi AB Komisyonu’ndan geldi.
Gelen öneri neydi?
Şöyle başladı: Siz bu göçü durdurun, mümkünse göçmenlere de bakın. Bize geçmemelerini sağlayın. Biz de içlerinden bazılarını sepetten sağlam elmaları seçer gibi seçelim.
Türkiye’nin tavrı nasıl oldu?
Biz de şöyle dedik: 1 – Bunu ancak birlikte yapabiliriz, Türkiye bu kadarını yapabiliyor. 2 – Biz bunu 3. Ülke olarak mı yoksa müzakere eden aday bir ülke olarak mı görüşeceğiz? Sonunda bizim istediğimiz şekilde müzakereden aday ülke olarak bu meselenin birlikte ele alınmasına karar verildi. Ardından yine bizim talebimizle, AB’nin bu konudaki bize yönelik iradesini göstermesi amacıyla bir takım hamleler talep ettik. Ayrıca AB başlangıçta vize kolaylığı demişti. Biz bunu vize serbestisine çevirdik.
Ne gibi hamleler?
Müzakere başlıklarından söz edildi tabii... 17. Başlık yani ekonomik, parasal birlik zaten Aralık’ta, Fransa’nın blokajı kalktıktan sonra, göç meselesi olsa da olmasa da, gündeme gelecekti. Türkiye olarak biz en çok adalet, özgürlük ve içişleri konularında Kıbrıs Rum Kesimi’nin blokaj koyduğu başlıkların kaldırılmasını istedik. Enerji, dış politika, kültür, ekonomi – parasal birlikle toplam 6 başlığın gündeme getirilmesini talep ettik. İkinci olarak da Türkiye’nin zirvelere davet edilmesini istedik. Türkiye uzun süredir zirvelere davet edilmiyordu, aile fotoğrafında yoktu. Senede 2 defa Türkiye ile zirve yapılması kararı alındı. Bir de Suriyelilere aktarılmak üzere, halihazırda kamplarda olanların eğitim, sağlık, vs. giderleri için 3 milyar Euro gibi cüzi bir rakam istendi. Türkiye bunu TC bütçesi için istemedi. Cüzi deme nedenim de şu, sadece Almanya kendi göçmenlik meselesine 8 milyar Euro ayırdı.
Bu 3 milyarın zaten Türkiye’nin üyelik müzakere sürecinde hakkı olduğu fondan karşılandığı şeklinde eleştiriler doğru mu?
Hayır, katiyyen o fondan karşılanmıyor bu para.
"Türkiye AB’nin ayak dirediğini fark ederse, göç eylem planından da, vaatlerinden de vazgeçer"
Türkiye çeşitli şekillerde AB’nin bugüne kadarki ilişkilerde ahde vefa ilkesine uygun davranmadığını ifade etti. Türkiye üzerine düşeni yapar da AB yapmazsa, ne olur?
Eğer AB söz konusu fasılları açmazsa, Türkiye AB’nin ayak dirediğini fark ederse, göç eylem planından da, vaatlerinden de vazgeçer. Türkiye’nin de elinde şu an kozları var. Çünkü bu göç meselesinin kısa dönemde kesileceğini düşünmemek lazım. İnsanlar sadece savaş değil, ekonomik sebeplerle de ülkelerini terk ediyor. Bunun artma ihtimali de yüksek. Var olanların Türkiye’den memnuniyetsizlikle kapılara dayanması da mümkün. Yani Türkiye’nin elinde “Siz üzerinize düşeni yapmıyorsunuz, ben de uymuyorum” deme lüksü mevcut.
AB Komisyonu Başkanı Jean-Claude Junker’in zirve sonrası basın toplantısında vize muafiyeti konusunda hep ucu açık, net olmayan ifadeler kullandı. Yıllardır AB üzerine çalışıyorsunuz, AB politikalarını, işleyişini çok iyi biliyorsunuz. Vizesiz seyahat gerçekten Ekim’de başlayabilir mi sizce?
Hukuken AB süreci hızlandırabilir, belgeleri hazırlar, dosya tamamlanır. Ama bunlara üye ülkelerin “hı” demesi gerekir. Bu garanti edilemez ayrıca Fransa’da 13 Kasım’daki IŞİD saldırısı sonrasında olduğu gibi geçişi süreyle Schengen vizelerinin askıya alınması ve ulusal mevzuatın devreye girmesi mümkün. Junker’in belki de kast ettiği, üye ülkelere kefil olamayacaklarıydı. Üye ülkelere kefil olamazlarsa, o zaman geri kabul anlaşması da askıya alınır.
Avrupa 2 milyon Suriyelinin gelmemesi için 80 milyon Türk’ün serbest dolaşımına razı oldu, denebilir mi?
Burada Türkiye’nin vize serbestisiyle talep ettiği, Schengen Vizesi’ni alıp 3 ay istediği yere gidebilmenin ötesinde. Türkiye bunun süresinin sınırsız olmasını ve Türkiye yurttaşı olmanın yeterli olmasını talep ediyor. Sırbistan vatandaşlarına AB üyesi olmadan serbest dolaşım hakkı verilmişti. Türkiye’nin de istediği bu.
AB’nin yaptığı bu anlaşmayı “Suriyeliler gelmesini önlemenin karşılığında vize serbestisi vermek, ahlaksızlıktır” diye yorumlayanlar var. Bu şekilde yeniden canlanan ilişkiyle Türkiye kamuoyunda o eski heyecan yakalanabilir mi?
Uğraşılırsa, yakalanabilir. Evet, ahlaksız bir bakış açısı olabilir ama sonuçta üyelik süreci, pazarlık sürecidir. Baltık ülkeleri üye olurken, hayvancılıkla ilgili düzenlemeler sırasında kıyametler kopmuştu. Bu pazarlıklar, her iki tarafın da kazanması yönünde evrilmesi demek. Biz pazarlıkların Türkiye’ye getireceği kazançları değil, Avrupa’nın Türkiye’ye önerdiklerini “Bizden şunu bunu istiyorlar” diye kamuoyuyla paylaşıyoruz. Ama üye olmak isteyen biziz. Dolayısıyla AB’nin hâlâ evrensel hukuk ve demokrasi konusundaki en iyi referans olduğu, gelişmişliğin sürdürülebilir modeli açısından en iyi örnek olduğu anlatılırsa, özellikle iş çevrelerinin, sivil toplumun, gençlerin bu sevdaya yeniden sarılacakları kanaatindeyim.
Bakanlık nasıl bir deneyimdi?
Benim için çok özel bir deneyimdi. Çok klasik bir bakan olduğumu düşünmüyorum çünkü o süreçleri yaşayarak oraya gelmedim. Zor yanı, benim o bürokratik mekanizmalara, protokole çok alışkın olmamamla ilgiliydi.
Yıllarca bu konularda teorik anlamda ders verdikten sonra kısa bir süre de olsa devlette karar alıcılarla çalıştınız. Ne şaşırttı sizi?
Mesela Bakanlar Kurulu’nda insanların açık yüreklilikle bütün endişelerini, karşılıklı eleştirilerini dile getirebildiğini gördüm. Bu beni olumlu yönde çok mutlu eden bir deneyimdi. Ayrıca çok uzman, nitelikli insanların önemli kadrolarda yer aldığına tanık oldum. Bu, insanın devletine güvenmesi için çok iyi bir gösterge.
Kaynak: Al Jazeera