Kürdistan’a Bahar Gelir mi?

SERDAR BÜLENT YILMAZ

Aslında meselenin etki alanı dikkate alındığında başlığımız şöyle de olabilirdi: “Türkiye’ye Bahar Gelir mi?” Çünkü şüphesiz, Kürdistan kıştan çıkmadıkça Türkiye de baharı yaşayamaz, yalancı baharlarla avunur durur. Kürdistan’a gelmeyecekse, bahar, hiçbir yere gelmez. Bunu en iyi Kürtler biliyor, ancak bunu en iyi bilmesi gerekenler Kürtlerden önce Türkler ve de hükümettir. Kürt sorunu bitmeden ne Türklerin ne de hükümetin yüzü gülebilir.

Ancak hükümet, yüzleri somurtacak işler yapmakta ısrarcı. Bunun son örneği, durup dururken çıkartılan Newroz krizi. (Kürtler Newroz, Türkler ise Nevruz diye telaffuz ediyor genellikle.) BDP’nin haftasonu kutlanmasına dair başvurularını, hükümetin, olacakları bile bile ve de izahı gayr-ı kabil bir tarzda reddetmesi büyük olaylara neden oldu. Diyarbakır’da binlerce insanın meydana zorla girerek kadük kıldığı bu yasak, Kürt sorununu içinden çıkılmaz noktalara sürükleyen hükümetin son zamanlarda giderek artan icraatlarından biri olmuş oldu. Binlerce insanın sokaklara döküldüğü, her yerde çatışmaların çıktığı ve geriye biri polis biri sivil iki kişinin ölümünün, onlarca yaralının ve de yetmiş yaşındaki BDP milletvekili Ahmet Türk’ün kanlar içinde kalmış yüzünün kaldığı bir Newroz’u geride bıraktık. Lafı uzatmadan ifade etmek gerekirse tüm bu yaşananların sorumlusu kuşkusuz hükümetin tutumudur.

İşin sorumluluğunu, Kürt sorununu kavrayacak bir çapı olmayan İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’e yükleyebiliriz. Hasan Cemal’in de ifade ettiği gibi;“Hepiniz Ermeni’siniz, hepiniz piçsiniz!” pankartlarının altında, “Kanları yerde kalmayacak!” diye nutuk atabilen bir İçişleri Bakanı’yla bu ülke gerçek barış ve huzuru yakalayabilir mi?(21.03.2012 tarihli Milliyet Gazetesi) Elbette yakalayamaz. Ancak içişlerinin başında İdris Naim Şahin olduğu için değil, onu içişleri bakanlığı görevine getiren ve hala orada ısrarla tutan üst iradeden dolayı yakalayamaz. Hiç kimse böylesi önemli bir kararın, günlerce tartışılmasına ve çıkaracağı faturanın kabarıklığının kestirilebilmesine karşın Başbakanın ve kurmaylarının bilgisi dışında alındığını iddia edemez.

Elbette, Newroz krizini fırsata çevirmek isteyen örgütün olaylara katkısını göz ardı edemeyiz. Hükümeti güvenlik politikalarına çekmek için her türlü yolu deneyen, Uludere katliamını kahkahalarla karşılayacak denli insan hayatını önemsemeyen, Newroz’u bayram havasından çıkarmak için birçok yerde şiddet olaylarına yönelen ve saldırı hazırlıkları yapan bir örgütün varlığını unutmuş değiliz. Zaten PKK’nin, Kürtlerin özgürlüğünü merkeze almadığını biliyoruz. Örgüt açısından, örgütsel devamlılığı, önder merkezli politikaları ve ulusalcı hedefleri Kürtlerden daha önemli. Ancak burada bahse konu etmek istediğimiz örgüt değil, Kürt sorununu çözme iddiasında bulunan ve onu çözebilecek tek örgütlü güç olan hükümetin politikalarıdır.

21 Mart Newroz’u geçmişte de hep krizlerle gündeme gelirdi. Her Newroz’da kan dökülür, Newroz yasaklanır ve de kutlayanların başına her türlü iş getirilirdi. Gelinen noktada benzer şeylerin yaşanması maalesef bir geriye dönüş endişesine yol açıyor. Bunda da şüphesiz hükümetin yanlış bir politik yol, yöntem ve üslup tutturmuş olması etkili.

AK Parti, Kürt sorununda mevcut devlet ezberlerinin dışına çıkarak ciddi adımlar atmasına rağmen, özellikle son zamanlarda adeta yaptığı her doğruya paralele bir yanlış yapma gibi bir yol izliyor. Bazı konularda devlet reflekslerinin dışına çıkarken bazı konularda ise tam tersine katı bir devletçilik yapıyor. Bazen milliyetçi yaklaşımları mahkûm ederken bazen de MHP tabanının ilgisine ve övgüsüne mazhar olacak adımlar atıyor, sözler sarfediyor.

Ancak AK Partinin Kürt sorununda geldiği noktaya bakıldığında, artık meselenin bir doğru – bir yanlış denkleminden öteye geçtiğini ve bir geri dönüş yaşandığını düşündürtecek adımlar atıldığını görüyoruz. Güvenlik merkezli bir yaklaşımın tekrar AK Partiye hâkim olduğunu, Erdoğan’ın yer yer başkomutan edasıyla yağıp gürlediğini, “tek bir PKK’li kalmayıncaya kadar” söylemine sarıldığını görüyoruz. Öyle sanıyorum ki Erdoğan’ın bu çizgiyi ısrarla devam ettirmesine neden olan iç faktörlerden birisi (ki bir de PKK’nin AK Partiyi güvenlik konseptine çekme çabaları gibi dış faktörler de var) Erdoğan’ın devlete tam olarak hâkim olduğu zannıdır.

Erdoğan, galiba, derin devlet ile PKK’nin yer yer “şike” diye adlandırılan danışıklı dövüşünün, hükümetin MİT ve Genelkurmay üzerinde nüfuzunun artmış olmasıyla sona ereceğini düşünüyor. Ve de şikenin ortadan kalkmasıyla PKK’yi birkaç ayda bitireceği gibi bir hayale kapılmış görünüyor. Bu hayalin, bahar aylarıyla birlikte hareket kabiliyeti artmış bir örgütün, şehirlerde ve dağlarda devlete büyük kayıplar verdirecek sansasyonel eylemleriyle bir kâbusa dönmesi işten bile değil. İşte o zaman, ne yeni anayasa ne de demokratik açılımın yeniden başlaması bir işe yaramaz. Üstelik bu arada hem Türk hem de Kürt toplumunun, zaten örselenmiş olan güveni ve umudu iyiden iyiye sarsılmış olur.

Hükümetin güvenlik konseptinin, AK Partiyi, güvenlik bürokrasisinin kirli sularına çekerek tuzaklanmış ağlarına düşüreceği açıktır. Bu konuda uzun zamandır hükümeti uyaran aydınlardan biri olan Etyen Mahcupyan da bu gerçeğin altını çiziyor: Askeri yaklaşım hükümeti güvenlik bürokrasisine mahkum ediyor ve elini verirken kolunu kaptırmasına neden olabiliyor. Uludere katliamı bunun bariz bir göstergesi. Hükümete verilen mesaj ise açık: Eğer Kürt meselesini çözmek istiyorsan bizle, yani statükoyla koalisyon yapmak zorundasın... Ancak böyle bir koalisyonun iktidarı dejenere edeceği, adım adım içerden fethedilmesine neden olacağı, yetki dağılımının kontrolden çıkmasını sağlarken sorumluluğu tümüyle parti üst yönetimine yıkacağı ve böylece AKP iktidarlarının meşruiyet zeminini ortadan kaldıracağı da kolaylıkla tahmin edilebilecek bir gelişme. (21.03. 2012 tarihli Zaman Gazetesi)

Mithat Sancar da hükümeti güvenlik konsepti konusunda uyaranlardan: Kürt sorununda “güvenlik politikaları”nın belirleyici olduğu bütün yollar, 1990’lara çıkar. 1990’lar ise, bu ülke için “cehennemin öbür adıdır”. (21.03.2012 tarihli Taraf Gazetesi)

Ancak hükümet bu uyarılar karşısında kulağının üzerine yatmakta ısrarcı. Hatta başbakan bu uyarıları görmezden/duymazdan gelmekle kalmıyor bir de uyaranlara efeleniyor, kürsüden tek tek her bir uyarana şeddeli cevaplar veriyor. Bugüne kadar yaşanmış tecrübeleri görmezden gelerek, test edilip başarısızlığı pahalı bir fatura eşliğinde kanıtlanmış yöntemleri tekrar denemekten vazgeçmiyor. Hükümeti bu riskli işe sevk edenler, ülke yönetimde ipleri ellerine geçiriyorlar veya hiç değilse yönetime ortak oluyorlar.

Kürt sorunu konusunda hükümetin yöntem ve üslubunu değiştirmesi gerektiği açık. Hükümetin öncelikle, Kürtlerin temel haklarını vermeyi PKK’yle mücadeleye koşut kılmaktan vazgeçmesi; anadilde eğitim gibi temel bir hakkı, açılımın ve de yeni anayasanın kırmızıçizgisi dışında tutma eğilimini terk etmesi gerekiyor. Yeni anayasayla bu sorun çözülmezse sittin sene Kürt sorunuyla yaşamaya mahkûm kalacağımız gerçeği ortada. Kürtlerin fıtri hakları tastamam teslim edilmeden, PKK silah bıraksa da bırakmasa da Kürt sorununun çözülmeyeceği gibi.

Hükümetin bilmesi gereken şu gerçeği bir kez daha ifade etmekte fayda var: Kürt sorunu çözülmedikçe ve bu ülkenin dağlarına, havasına, suyuna cemre değil bombalar düştükçe bu ülkeye bahar gelmez.