Küçük düşünmeye alışık olanların, çevrelerine hep endişe ile bakanların kelimelerden korkmaları normal. İlkel toplumlara has bir korku: Eğer tehlikeli bir varlığın adını ağzınıza alırsanız kendisini de çağırmış olursunuz.
Ne denir? "Ağzından yel alsın." "Kürdistan" adını ağzınıza alırsanız Kürdistan devleti kurulur. Paranoyaların yönettiği bu akıldışı dünyadan çıkmadıkça dev gibi sorunlarla baş edebilmemiz zor.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül dikkatli. Hem bu korkularla yaşayanları ürkütmemek için korkulan kelimeyi ağzına almıyor hem de gerçeklerin dünyasına bir kapı aralamaya çalışıyor. Birleşmiş Milletler'de bizim de kefil olduğumuz Irak Anayasası'na göre, Kuzey Irak'ta hüküm süren yönetimin adı "Kürdistan Bölgesel Yönetimi" (Kurdistan Regional Government). "Kürdistan", bir coğrafî bölgenin adı. İran'da Goranî Kürtlerinin yoğun olarak yaşadığı bölgenin adı "Kürdistan" vilâyeti. Osmanlı devleti yüzyıllar boyu bu coğrafî bölgeyi "Kürdistan", bu bölgedeki şehirleri de "Bilad-ı Ekrad" (Kürtlerin beldeleri) olarak isimlendirdi. "Kürdistan" kelimesi "Kürtlerin yaşadığı bölge" anlamına geliyor. Van Gölü'nün aşağısından güneye doğru uzanan ve aradaki vadileri ve platoları ile tek parça görünen dağlık bir bölge, bu coğrafya. Cumhuriyet döneminde yer isimleri ulusun bir parçası haline getirilince "Kürdistan" da resmî olarak tedavülden kalktı.
Sonuç ne oldu? Bugün sorun bu isim değil, bu ismin tartışılıyor olması. Erbil'de, Osmanlı'dan kalma bir Kürdistan haritasının tıpkıbasımı, birçok yerde duvarları süslüyor. Kürt ulusalcılarının "Büyük Kürdistan" hayali ve Pan-Kürdizm akımı önemli bir siyasî damar. Ama gerçek dışı. Mesele Kürdistan ile Kürtlerin bir türlü örtüşememesi. Dünyanın en büyük Kürt şehrinin İstanbul olduğunu hatırlatmak, bu Pan-Kürdist balonu patlatmak için yeterli. "Büyük Kürdistan"ın önündeki engel bizim "Kürdistan" kelimesini yasaklamamız değil; yalın ve somut gerçekler. Kürdistan kelimesinden korkanlar ile Kürdistan hayalleri kuranlar aynı şizofrenik dünyanın içinde birbirlerini besleyip duruyorlar.
Türkiye'nin kendi Kürtleri ile barışması, birlikte güvenli bir gelecek inşa etmesi gerekiyor. Barışın tesisi, Cumhuriyet'in "Vatandaş Türkçe konuş" zulmünden uzaklaşmak ve Kürtlerin başta dil olmak üzere sahip oldukları kültürel değerlere saygı duymakla mümkün. Şunu hep birlikte itiraf etmeliyiz: Kürt sorununu Kürtler değil, devlet yarattı. Uzun bir tarihin arasına bir bıçak gibi giren bu dönemi artık kapatmalı, daha gerilere dayanarak yeni bir geleceğe doğru yol almalıyız.
Etnik kökene dayalı ayırımı önemseyenler için hatırlatalım: Bu topraklarda Türklerin ve Kürtlerin saadeti, tarih boyunca aralarındaki uyuma bağlı kalmıştır. Bitlis News'te Yaşar Abdulselamoğlu'nun hatırlattığı gibi, Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'dan Ortadoğu'ya inmesi Kürtlerle ittifakından sonradır. Çaldıran Savaşı'nda Osmanlı zaferini getiren bu ittifak, Yavuz Selim'in nezdinde o kadar değer bulmuştur ki, sonucu sınırsız bir güven olmuştur. Bu güvenin sembolü, Yavuz Sultan Selim'in Kürtlerin temsilcisi olan İdris-i Bitlisî'ye, altında kendi mührü bulunan boş kâğıtlar göndermesidir. Kürtlere güvenmemiz lâzım. Daha ötesi Kürtlere güveni, kendi özgüvenimizin bir parçası olarak idrak etmemiz lâzım. Evet, Kürdistan adında bir coğrafî bölge var. Bu bölge benim vatanım. Tıpkı İstanbul'un, İzmir'in, Ankara'nın da oradaki Kürtlerin vatanı olması gibi. Bu söylediklerim Erbil ve Süleymaniye için de geçerli. Beşerî coğrafyaya sınır koymak zor.
"Kürdistan" lafından ürkenlere, korkuyla sımsıkı kapattıkları gözlerini açarak önce yakın çevrelerine, daha sonra da içinde yer aldığımız bölgeye dikkatle bakmalarını samimiyetle önermekten başka çare yok.
ZAMAN