YILMAZ ÇAKIR
Kur'an'ın aydınlığında Salat (namaz)'ı ikâme etme gereği
İslam'ı anlamak için Kur'an'ı; Kur'an'ı anlamak içinse O'nun kullandığı kavramları doğru bir şekilde öğrenmek, bilmek zorunluluğu vardır. Kur'anî kavramlar iyi anlaşılmadığında, İslam'ı anlama ve dolayısıyla yaşama hususunda devamlı olarak bir karmaşa varolacaktır. İnsanlar düşüncelerini kelime ve kavramlarla ifade edip, yine onlarla düşünürler. Düşüncede ve dolayısıyla eylemde birlik sağlanabilmesinin yolu, kavramları doğru anlamaktan geçer.
Biz bu çalışmamızda Kur'an kavramları içinde önemli bir yere sahip bulunduğunu düşündüğümüz 'salat'ı, kavramın kullanıldığı ve öğretildiği en doğru ve apaçık kaynak olan Kur'an'ı esas alarak incelemeye çalışacağız. Kur'an'ın açık/mübiyn oluş keyfiyeti ile ilgili olarak ortaya konacak sağlıklı yaklaşımlar, 'salat' kavramıyla yakından alakalıdır. Kur'an'ın açıklığı, bizi O'nun konu ve kavram bağlamında gerekli gereksiz, bilinen bilinmeyen her alanda bir yığın teferruata girdiği, ya da girmesi gerektiği gibi yanlış anlayışlara vardırmamalıdır. Kur'an'ın açıklığını, ele aldığı her kavram, her kelime için ansiklopedik açıklamalar yapmak şeklinde düşünmek Kur'an gerçeğinden habersiz olmak demektir.
'Salat' Kur'an kavramları içinde Kur'an inmeden önce de bilinen ve yeni olmayan bir kavramdı. Onun Kur'an'da sıkça kullanılmasının mahiyeti bu çerçevede şekillenmiştir. Peygamber çağında kavramın bütün anlamlarıyla bilindiği ve uygulandığı gerçeğini Kur'an'ın ifadelerinden anlamak rahatlıkla mümkündür. Bu sebeple Kur'an'ın mübiyn olması, onda herşeyin (salat gibi) en ince ayrıntılarına kadar anlatılmış olmasını gerektirmemiştir. Çünkü Kur'an hiçbir şey bilmeyen bir insana (rasule) ya da hiçbir şey bilmeyen bir topluma gönderilmemiştir. Esasen böyle bir kişi ve toplum da hiçbir zaman için olmamış ve olmayacaktır. Yine İslam dini, Peygamberliğin Hz. Muhammed(s)'le, vahyin de Kur'an'la başladığı bir din değildir. İlk insanla başlayıp, kıyamete kadar devam edecek olan bir dindir. Hz. Muhammed son peygamber, Kur'an İse son vahiydir. Hz. Muhammed'in getirdiği mesaj, vahiyler silsilesinin sonunu teşkil eder. Tabiidir ki, bu son mesaj da öncekilerle uyum ve uygunluk arzeder: "De ki: Ben elçilerden bir türedi (önceki elçilerden farklı şeyler söyleyen biri) değilim" (46/9). Allah'ın varlığı, hükümranlığı, İlahlığı, rabbliği, ahiret, cennet, cehennem, kitab, melek, şeytan, risalet vs. ilk insandan beri elçiler tarafından tebliğ edilen, dolayısıyla bilinen gerçeklerdi: 42/13; 87/18,19.
Bu gerçekleri arayıp kabullenebilme, insanın fıtratına da verilmiştir: 7/172, 30/30.
Tarih boyunca insandan ve cinden olan şeytanlar ise (6/112), fıtrata verilen duyguları köreltmek, rabbani öğretileri unutturmak için çalışmışlardır. İnsanlar bunlara uyup, vahyi öğretilere karşı çıktıkça ya da onları tahrif ettikçe, Allah, elçiler ve mesajlar göndermiş, sürekli olarak hatırlatmalar yapmıştır. Dinin bozulması ve tahrif edilmesi hiçbir zaman bütünüyle herkes tarafından ve/veya herşeyin unutulması ya da değiştirilmesi şeklinde olmamıştır. Mesela Musa (a) gönderildiğinde Firavun toplumunda inanan bir adamın mevcudiyeti (40/28), Hz. Muhammed'in gönderildiği toplumda az da olsa, önceden beri inanan (Hanif) kimselerin bulunması (17/107), bu cümledendir.
Peygamberlerin gönderilme sebebi, Allah adına olan herşeyin unutulmuş olması değil, çoğunluğun tevhidi dinden (yaşam tarzından) sapmaları, dinlerini şirkle karıştırmaları olmuştur. Mesela her dönem insanların büyük çoğunluğu Allah'ın varlığına inanmışlardır. Bununla beraber birçok kere ona ortaklar koştukları için Allah'ı gereğince bilememişlerdir (39/67). Allahu Teala Peygamberleri ve kitapları şirkle bozulan, karıştırılan, dini arındırmak, tevhidi öğretmek için göndermiştir. Yani daha önce de ifade ettiğimiz gibi mesajın götürüldüğü toplumlar Allah adına hiçbir şey bilmeyen kimselerden oluşmuş değildiler. Mesela Hz. Muhammed'in ve Kur'an'ın muhatabı olan Mekkeli müşrikler akide (inanç) planında Allah'a, meleğe, cinlere, şeytanlara vs.'ye yanlış ve sapıkça da olsa inanmaktaydılar (43/87; 25/21).
Ehli Kitap ise daha da ötede, rasullere, ahirete, cennete ve cehenneme inanmaktaydılar (2/80, 82, 111 vs.).
Rasulullah Hz. Muhammed'in getirdikleri de bu yönüyle yeni ve hiç duyulmamış şeyler değildi. Mekkeli müşriklere ve Ehli Kitab'a ters gelen ise, Allah'ın, meleklerin vs.'nin varlığıyla ilgili haberlerden ziyade, Allah'ın ilahlık ve rablik vasıflarının gereği olarak insana yüklenilen sorumluluklardı.
Mekkeli müşrikler için sorun, Allah'ın yaratıcı olduğunun kabulünden ziyade, Allah'ın bir tek ilah kabul edilmesi sorunuydu. Kur'an bu anlayışı vermek, öğretmek için gönderilmişti. Yine Hz. Muhammed'in toplumu pratik alanda da Allah adına hiçbir şey bilmeyen, yapmayan kimseler değildi. Bu davranış(ibadet)ların çoğu kaynağından ve konumundan saptırılmış, tevhidi yorum ve anlamları unutulmuş, bozulmuş ya da tamamen sonradan uydurulmuştu. Mesela hac, Kur'an öncesi de bilinen bir ibadet olarak (2/197) karşımıza çıkmaktadır. Bundan dolayı da Kur'an'da bütün teferruatları ile anlatılmamıştır. Ele aldığımız 'salat' kavramını açıklamada kullandığımız temel düşünceyi doğrulayan örneklerden birisi de hac öncesi saçların kısaltılmasıyla ilgili İslami davranıştır. Bu hususta Kur'an'da yalnızca iki yerde şöyle bahsedilmiştir: "Allah için haccı ve umreyi tamamlayın. Eğer çevrilmiş olursanız, kolayınıza gelen kurbanı (gönderin) kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı traş etmeyin. İçinizden hasta olan veya başından bir rahatsızlığı bulunan kimse, oruçtan, sadakadan veya kurbandan fidye verir" (2/196 ayrıca 48/27). Ayetlerden de hemen anlaşılabileceği gibi söz konusu davranışın "gerekliliği" Kur'an'da daha önceden bir emir olarak sunulmamış, zaten "bilindiği, yapıldığı" için doğruluğu onaylanarak sürdürülmesi istenmiştir. Bu gerçekten hareketle diyoruz ki, Kur'an'da bir şeyin teferruatlı olarak anlatılmamış olması (salat, hac gibi) Kur'an'ın müphem ve kapalı olduğuna delalet etmeyeceği gibi, şüphesiz bu ibadetlerin varlıklarının inkarı da söz konusu olamaz. Bu tür hatalı davranışların kökeninde bir bütünlük ve devamlılık arzeden risalet sürecini iyice kavrayamamış olmak yatar. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için söylediklerimizle de doğrudan ilgisi bulunan Hanif Hz. İbrahim'in dinine bakmak gerekir. Kur'an'ı kavramak, Rasulullah Hz. Muhammed'i ve dönemini anlamak istiyorsak, bu mutlaka gereklidir. Çünkü Hz. İbrahim Rasulullah'ın ve kavminin yaşadığı topraklar üzerinde çok önceden yaşamış, onların atası, insanların önderidir. Bu durum, Kur'an'da birçok hususun anlaşılabilmesi için önemli bir ipucudur (2/124, 127-129; 14/35-37; 22/26 vd.).
Hz. İbrahim tevhid dini için yaşamı boyunca mücadele vermiş, kendisinden sonra gelenlere de bu dini vasiyet etmiştir (2/131, 132). İbrahim'den yıllar sonra aynı topraklar üzerinde Hz. Muhammed dünyaya geldiğinde, artık Hanif İbrahim'in tevhid dini bozulmuş, yerini şirk dini almıştı. Kabe (Allah'ın evi) yine yerinde duruyordu, ama mü'minlerin ibadet yeri olması gerekirken, bozulan Haniflikle birlikte şirkin merkezi olmuştu. İşte bu sırada İbrahimi dini ihya etmesi, sürdürmesi, azgınların egemenliğine son vermesi, zayıfların ve ezilenlerin acılarını dindirmesi için Allah Hz. Muhammed'i elçi olarak gönderdi. O da yeniden insanları kaynağından ve konumundan saptırılan İbrahim'in dinine çağırdı. Kur'an bu dini oluşturmak için bölüm bölüm indi (2/130; 3/95; 4/125).
Kur'an'ın seslendiği bu insanlar daha önce de izah etmeye çalıştığımız gibi Allah adına hiçbir şey bilmeyen kimseler değillerdi. Fakat bildikleri bozulmuş ya da tamamen sonradan uydurulmuştu. "İyilik ve Allah adına evlere arka kapılarından girmeyi, zihar yapılan kadınlarla İlişkiyi kesmeyi" sonradan uydurulan şeylere örnek olarak verebiliriz. Bunların tamamı asılsızdı. Kur'an da bunları reddetti (2/189; 58/1-4).
Bir de İbrahim dininden olup zamanla tevhidi anlamları unutturulmuş namaz (ki, az da olsa insanlardan bazıları İbrahimi sünnetin gereğince namazı kılıyorlardı 2/83), oruç, kurban, hac gibi ibadetler vardı ki, bunlar Hz. Muhammed geldiğinde de biliniyor olmakla beraber Çoğunluk tarafından temelsiz ve ruhsuz bir seromoniye büründürülerek yapılıyordu. Bu bağlamda Allah oruçla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! oruç SİZDEN ÖNCEKİLERE yazıldığı gibi, size de yazıldı. Umulur ki kötülüklerden sakınırsınız" (2/183). Yine Mescid-i Haram'ın müslümanlar ile müşrikler arasındaki en önemli meselelerden birisi olduğunu ve müslümanların müşrikler tarafından da kutsal addedilen bu mekanı ancak en güçlü iken fethetmeleri, müşriklerin hac ve Kabe ile ilgili tutumlarını sergilemesi açısından önemlidir. Söz konusu hususla ilgili olarak Tevbe, Enfal ve Fetih sureleri yeterli bilgiler ihtiva etmektedir. Müşriklerin İbrahimi dinden bildikleri, fakat uygulamada onu bir yıl haram, bir yıl da helal sayarak Allah'a nankörlük ettikleri ibadetlerden biri de haram aylarla ilgilidir (9/36, 37). Bütün bunlarla birlikte Hz. İbrahim'den ve Hanif mü'minlerin şeriatından devralınan herşey bozulmamıştı. Mesela daha önce de ifade ettiğimiz gibi hacda saçları kısaltmak, kurban kesmek ve diğer bir çok hac menasıkı doğru olarak biliniyor ve yapılıyordu. Kur'an da bunları onaylamıştı.
Kurban kesmenin Mekkeli müşriklerce bilinmesi, onların soy itibariyle Hz. İbrahim'e bağlı olmalarıyla izah edilebilir. En çok sevilen varlığın Allah için adanmasını sembolize eden kurban kesme olayı, tamamıyla Hz. İbrahim'le başladı (37/83-113). Kur'an inmeden önce Araplar arasında kurban bilinmekle beraber, sembolize ettiği değerlerden uzaklaşmıştı (22/36, 37).
Yine mescidlerde itikafa çekilmek de daha önceden biliniyordu. Kur'an önceden itikafla ilgili hiçbir açıklama yapmamışken, itikafa çekilen mü'minlerden bahsediyor ve bu davranışı doğruluyordu (2/187). Kur'an öncesi bilinen ve Kur'an'la gerçek anlamına kavuşturulan ibadetlerden birisi de salattı. Salatın özel bir anlamı olan namazın Kur'an'da detaylı bir şekilde anlatılmamış olması ise, baştan beri izah etmeye çalıştığımız hususlarla alakalıdır. Salat da hac, kurban vs. gibi o toplumda yeni ve bilinmeyen bir şey değildi. Bu hususta bir kaç örnek vermek gerekirse, Allah Kur'an'da müşriklerden bahisle şöyle buyuruyor: "Dini yalanlayanı gördün mü? İşte o öksüzü iter, kakar. Yoksulu doyurmaya Önayak olmaz. Şu namaz kılanların vay haline ki, onlar namazlarında yanılmaktadırlar. Onlar gösteriş yaparlar, en ufak bir yardımı esirgerler" (107. sure).
"Onların Beyt yanındaki namazları da ıslık çalmadan ve el çırpmadan başka bir şey değildir. O halde inkarınızdan dolayı azabı tadın" (8/35).
Burada anlatılan namaz, tevhidi anlamını yitirmiş, bu haliyle de müşriklerin yaptığı boş, şekilsel bir ibadet olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada bizim asıl söylemek istediğimiz tahrif edilmiş de olsa namazın önceden biliniyor olmasıdır. Kaldı ki, tahrif edilmemiş haliyle de namazı ikame eden insanlar vardı (2/83; 3/113). Bu durum, genel anlamda 'salat'ın, özel anlamda namazın sadece Rasulullah Hz. Muhammed'in tebliğ ettiği vahye özgü olmadığı gerçeğiyle alakalıdır (3/17; 19/31, 54, 55; 10/87; 14/40; 10/87 vd.).
Yukarıdaki ayetler tetkik edildiğinde görüleceği gibi namaz, önceki peygamberlerin dinlerinde de olan bir ibadetti. 'Salat'ın özel anlamı olan namazın Kur'an'da açıkça belirtilmiş, anlatılmış olduğunu gördükten sonra, şimdi de 'salat'ın kelime ve lügat anlamı üzerinde duralım. Lisan'ül Arap adlı Arapça lügatta salat'la ilgili şu tarifler yapılmıştır:
"Salat; rüku, secde, dua, af dileme. Allah'ın salat etmesi; acıma, rahmet, Allah'ın rasulüne salatı, ona acıması ve övmesi.
Arabi: Salat, Allah'tan olursa acıma, yaratıklarından insan, melek ve cinler için; kıyam, rüku, secde, dua ve tesbihdir.
Zeccac: 'Salat'ın asıl anlamı gerekliliktir demiştir. Dilciler, hayvanlarda kuyruğun her iki yanından biri, insanda kalçanın bitişme (gövdeye) yeri.
Ezheri: Allah'ın emrinin gerekliliği, salat yerine getirilmesi gerekli farzların en büyüğüdür derken,
İbn el-Esir de: Özel ibadettir, aslı duadır demiştir.
Yine aslının büyükleme olduğu da söylenmiştir. Namazın salat olarak isimlendirilişinin nedeni de budur.
Ehli Kitap'da ibadet yeri için de kullanılmıştır".
'Salat'ın dua, rahmet ve arka çıkma anlamlarına örnek olarak şu ayetleri verebiliriz: 33/45; 9/103; 2/157.
"Kur'an'da Allah ve İnsan" adlı kitabın yazarı Toshihiko İzutsu da adı geçen kitabında konuyla ilgili olarak şöyle demektedir "İslam kurulmaya başlayınca namaz yahut ibadet derhal İslam'ın temel taşlarından biri olmuş, dini görevler arasında namaza son derece önemli bir yer verilmiş, yeni kurulmakta olan İslam toplumunun ayırıcı bir vasfı haline getirilmiştir. Burada bu kurum hakkında daha fazla tafsilata girmeye gerek yoktur. Yalnız şurasını işaret edelim ki, namaz, ibadetin en önemli rüknü olan ve ibadet eden mü'minin önündeki bir şeye alnını koymasını belirten sücud (fiili secde) İslam'dan önceki Araplar arasında biliniyordu. Onlarda secde, ibadet derecesine varan derin hayranlığın bir ifadesiydi. Şair an-Nabiğa bir kızın harikulade güzelliğini şöyle nitelendiriyor:
"Yahut o bir sedef incisine benzer ki, neşe içinde onu çıkaran dalgıç, onu görür görmez hayranlıkla tehlil ve secde eder. Şayet bu kız ak saçlı rahibe görünse, bütün ömrünü bekar olarak ibadete veren rahip, tanrıya secde eder".
'Salat'ın esas manasına gelince 'salla' fiili genellikle hem Kur'an'dan önceki Arap literatüründe, hem de Kur'an'da kullanılır. Birine iyilikler dilemek demektir. Burada kelimenin İslam öncesi Arap şiirindeki kullanılışına dair ilginç bir misal vereceğim: Şair al-A'şa şarabın nasıl dikkatle saklanıldığını tasvir ediyor: 'Şarapçı onu küpü içinde rüzgara karşı koydu. Sonra küpüne iyilikler diledi ve tanrıdan yardım istedi'. Fakat bizim için bundan da önemli olan husus, kelimenin cahiliye devrinde Kur'an'ın namaz düşüncesine yakın bir anlamda kullanılmış olmasıdır. Antere, İran İmparatoru Enuşirvan'ı övmek için yazdığı şiirinde son derece önemli olan şu beyti söylüyor: 'O yeryüzünde imam olduğu halde, bütün yeryüzü kralları dünyanın her tarafından yüzlerini ona çevirir (ona gelir)ler Bu şiirde imam kelimesinin kullanılması da ilginçtir. İnsanın gözünü çevirip dikkatle baktığı nokta demektir. Çok önemli Kur'an terimlerinden birinin, yani kıblenin eşanlamlısıdır. Kıble, namazda durulacak yöndür. Aynı şair kıble kelimesini de yine İmparator Enuşirvan için kullanmıştır. Kussad, kâsıd'in çoğuludur. Kâsid bir şeyi hedef alan, bir şeye doğru gitmek isteyen kimsedir. Şair, imparatoru kastederek diyor ki: 'Ey bütün insanların gözleri kendisine çevrilmiş kimse! Ey yükseklik tacı olan kimse!'. Muhakkak ki, burada maddi olan salat, İslam'ın salatından başkadır, ama şekli yapı aynıdır. Aradaki tek fark şudur: Burada kıble, mukaddes Mekke (Kabe) yerine, İran imparatorudur. Ve Allah'a tapma yerine, krala tapmadır".
KUR'AN'DA NAMAZIN BİÇİMSEL YÖNÜ
a) Vakitli olarak yapılması
"Namazı bitirdiğiniz zaman ayakta, oturarak ve yanlarınız üzerinde Allah'ı anın. Güvene kavuştunuz mu namazı kılın. Çünkü namaz, mü'minlere vakitli olarak farz kılınmıştır" (4/103).
"Gündüzün iki tarafında ve gecenin yakın saatlerinde namaz kıl. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu, ibret alanlara bir öğüttür" (11/114).
"Güneşin sarkmasından, gecenin kararmasına kadar namaz kıl. Ve sabahın Kur'an'ını da (unutma). Çünkü sabah Kur'an'ı şahitlidir. Gecenin bir kısmında sana mahsus bir teheccüd üzere uyan. Belki böylece rabbin seni övülmüş bir makama ulaştırır" (17/78,79).
"Namazları ve orta namazı koruyun..." (2/238).
"Ey inananlar! Ellerinizin altında bulunanlar ve sizden henüz ergenliğe erişmemişler üç vakitte izin istesinler. Sabah namazından önce, öğleden sonra, elbisenizi çıkaracağınız vakit ve yatsı namazından sonra..." (24/58).
"Onların dediklerine sabret. Güneşin doğmasından ve batmasından önce rabbini överek teşbih et. Gecenin bir kısmında ve gündüzün taraflarında (onu) teşbih et ki, memnun olasın" (20/130).
"Öyle ise akşama girerken ve sabaha ererken Allah'ı teşbih (edin) göklerde ve yerde günün sonunda da, öğleye erdiğiniz zaman da hamd ona mahsustur" (30/17, 18).
Bütün bu ayetlerin işaret ettiğinden namazın vakitli bir ibadet olduğu çıkmaktadır. Ancak kaç vakit olduğu konusundaki içtihadi farklılık, Hz. Peygamber'in günümüze kadar gelen tatbiki / sünneti ile giderilmektedir. Zira Peygamber hem bu dinin tebliğcisi, hem de tatbikçisidir. "Yürüyen Kur'an" benzetmesinde somutlanan Rasulullah'ın tavrının ve tatbikinin bütün müslümanlar için bağlayıcı olduğu gerçeği ise yine Kur'an'la ortaya konmuştur (33/21). Vahyin insanlara ayrı ayrı değil de, bir insana (peygambere) gönderilmesi keyfiyeti, risaletin ve rasulün uygulamalarının herkes için örnek olması, dolayısıyla da dinde karışıklık ve kargaşanın önünün alınması açısından da önemlidir.
b) Namaz öncesi fiziksel temizlik veya abdest
"Ey insanlar! Namaza dur(mak) istediğiniz zaman yüzlerinizi, dirseklere kadarda ellerinizi yıkayın, başınızı meshedin ve ayaklarınızı da topuklara kadar (yıkayın)..." (5/6; 4/43).
c) Okuyuş (kıraat şekli)
"Namazında pek bağırma. Pek de gizleme. Bu ikisinin arasında bir yol tut" (17/110).
d) Yön ve kıble
Kur'an'da Hz. İbrahim'in inşa ettiği belirtilen ve Allah'ın evi" (2/125) olarak vasıflanan Mescid-i Haram tevhid dininin simgesidir. Bunun içindir ki Allah, müslümanlardan bu bilincin ifadesi olarak yüzlerini (namazda) Mescid-i Haram'a çevirmelerini istemiştir. Çünkü Hz. Peygamber ve müslümanlar İbrahimi sünnetin gereğince -ki, önceden de namaz kılınıyordu- kıble olarak yüzlerini Mescid-i Aksa'ya çeviriyorlardı (2/142). Allah Doğu'nun da, Batı'nın da kendisine ait olduğunu söyleyerek Kabe'yi kıble olarak kalıcı kıldı. "Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilip durduğunu görüyoruz. Elbette seni hoşnut olacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede olursanız yüzlerinizi o yöne çevirin..." (2/142-145).
Bunun için müslümanlardan toplumsal güce kavuştuklarında müşriklerin işgali altında bulunan Mescid-i Haram'ı geri almak için mücadele vermeleri, oraya yönelmeleri önemle istenmiştir. "Herkesin yöneldiği bir yönü vardır. O halde hayır işlerine koşun. Nerede olsanız Allah sizi biraraya getirir. Şüphesiz Allah herşeyi yapabilir. Nereden çıkarsan yönünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Bu elbette rabbinden gelen gerçektir. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir. Nereden çıkarsan yönünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Nerede olursanız yönünüzü o yana çevirin ki, insanların aleyhinize bir delil(leri) olmasın..." (2/148-150).
Yukarıda geçen ayetlerde bazen "yüz", bazen de "yön" olarak tercüme edilen kelimenin Arapça aslı, "vech"dir. Kelime Kur'an'da daha ziyade yüz ve yön anlamlarında kullanılmıştır. "O gün bazı yüzler ağarır, bazı yüzler kararır. Yüzleri kararanlara inanmanızdan sonra inkar ettiniz ha! Öyleyse inkar etmenize karşılık azabı tadın (denir)" (3/106; 22/72; 67/27).
Yukarıda verdiğimiz ayet ve benzerleri; kelimenin yüz, sima anlamlarına tekabül eden kullanıma örnektir. Vech'in dilimizdeki yön anlamına tekabül eden kullanımına ise şu ayetleri örnek verebiliriz: "Medyen'e doğru yönelince umulur ki, rabbim beni doğru yola iletir dedi" (28/22; 2/148). Aynı şekilde kıble kelimesi lügatta daha ziyade "yönelinen, gidilen yer, yüzün çevrildiği yön, karşı karşıya" anlamlarına gelmektedir. Ayrıca bir başka kullanımında "güç oluşturmak" manası da vardır. Söylediklerimizi Kur'an'dan örnekleyecek olursak, "İnce ipekten ve parlak atlastan giyerek karşılıklı (müstekâbilin) otururlar" (44/53). "Kafirlere ne oluyor ki, sana doğru koşuyorlar? (kıbeleke)" (70/36). "Onlara dön. Kendilerinin asla karşı koyamayacakları (kıbele) ordularla gelirim..." (27/37).
e) Şekli yapı
"Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın vakit, onlardan bir bölük seninle beraber dursun ve silahlarını da (yanlarına) alsınlar. Secde ettiklerinde arkanıza geçsinler. Bu kez namaz kılmayan öteki bölük gelsin. Seninle birlikte namaz kılsınlar..." (4/102).
"Biz Beyt'i insanlara toplantı ve güven yeri yaptık. Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin. İbrahim ve İsmail'e tavaf edenler, itikafa çekilenler, rüku ve secde edenler için evimi temizleyin diye emretmiştik" (2/125).
"Bir zamanlar İbrahim'e Beyt'in yerini açıklamıştık. Bana hiçbir şeyi ortak koşma ve tavaf edenler, kıyam edenler, rüku ve secde edenler için evimi temizle" (22/26).
Ayetlerden de anlaşılabileceği gibi namaz; kıyam; rüku ve secdeden oluşan bir şekli yapıya sahiptir.
Kıyam; sözlük anlamı itibariyle oturmanın zıddı olan ayakta durmak, dikilmek, bir şeye azmetmek, harekete geçmek, uygulamak anlamlarına gelmektedir- Dikilmek, ayakta durmak anlamları için Kur'an'dan şu ayetleri örnek verebiliriz. "Karısı ayakla duruyordu (kaimen)..."11/71) ve 59/5, 2/20, 27/39 vd.
Bir şeye azmetmek, harekete geçmek, uygulamak anlamlarına da şu ayetleri örnek olarak verebiliriz: 73/2; 74/2; 18/14; 5/66; 65/2 vd.
Rüku; boyun eğme. Sağleb şöyle diyor: 'Başını eğdi. Cahiliyede Araplar Haniflere 'rakığ' derlerdi. Beli bükük olmak, beli bükülmek.
Hattabi; secde ve rüku baş eğmenin ve zilletin son derecesidir (Lisan'ül Arab).
Kur'an'dan konuyla ilgili şu ayetleri örnek olarak verebiliriz: 2/43, 123; 9/112; 22/77.
Secde: Lisan'ül Arab'da secdeyle ilgili oyarak şöyle denilmektedir.
"Yücelten, Tayy lügatinde Ezheri, onu sadece Leys söyledi dedi. İbn Seyidihiye'ye göre alnın yere konulması, Zeccac ise Yusuf Peygamber zamanında secde, büyüklenmek adetindendi dedi. Boyun eğdi, selamladı".
Kur'an'da secde, insanlar için söz konusu olduğunda boyun eğip, itaat etmek (53/62; 96/19 vd.) Alnı yere koymak (17/107-109) gibi anlamlara gelmektedir. Bir de zorunlu olarak insanların dışındaki diğer mahlukatı kapsayan secde söz konusudur ki, burada da kelime boyun eğme ve itaat anlamlarında kullanılmıştır. Örnek 16/49; 55/6; 13/15 vd. Aslında secde ve rükunun tazim ve saygı anlamı o derece bilinmekteydi ki, kimi zaman insanlar bu saygı ve tazimi putlara ve hükümdarlara da göstermekteydiler. İslam'ın bu alandaki hatırlatması, secde ve rükunun ancak Allah'a yapılabileceği şeklinde oldu.
Namaz anlamındaki 'salat'ın kıyam, rüku ve secde'den oluşan bir şekli yapıya sahip olduğunu, bunların da anlamlarına ilişkin bilgiyi lügatten ve Kur'an'dan gördükten sonra namazdaki rekat sayısı ve diğer hususlarla ilgili olarak şunları söylemek istiyoruz: Namaz rekatları, Rasulün uyguladığı biçimde günümüze kadar müteselsil kanalla ihtilafsız olarak gelmiştir. Öyle ki, namazlardaki rekat sayısı ve esas davranışlar hususunda hiçbir mezhep ve ekolün farklı yorumlamalara ya da iddialara sahip olduğu görülmemiştir. Farklılıklar, namazdaki ellerin, kolların şekli gibi çok daha önemsiz ve tali konularda ortaya çıkmıştır. Tekrar edecek olursak, namaza ilişkin uygulama ve haberler, hiçbir şüphe ve tereddüde mahal bırakmaksızın müteselsil ve mutevatir kanalla Kur'an'ın beyan ettiği çerçeveye uygun bir şekilde bizlere kadar ulaşmıştır.
KUR'AN'DA NAMAZIN NİTELİKSEL YÖNÜ
a) Namaz, Allah'ı düşünmek, hatırlamak ve öğüt almak için ikame edilmelidir (29/45; 20/14).
b) Namaz, kitaba bağımlılığın, onu okumanın ve düşünmenin ifadesi olmalıdır (7/170; 35/29).
c) Namaz, kötü ve iğrenç olan her şeyden alıkoymalı (29/45).
d) Namazın aynı zamanda bir mücadele ve tebliğ olduğu bilinmelidir (11/87; 20/14-20; 96/9-19).
e) Namaz, her türlü maddi ve manevi arınma (zekat) ile birlikte olunca anlamlıdır (35/18; 2/277; 87/14-15; 5/55).
f) 0 Namaz, Allah uğrunda infak etmeyi, yoksullara, muhtaçlara yardımcı olmayı gerektirir (14/31; 42/38; 22/35).
g) Namaz, Allah'a yakarışın, duanın çokça yapıldığı bir eylem olmalıdır (3/38-39).
h) Allah yolundaki mücadelede namaz ve direniş (sabır) ilişkileri iyi kavranmalıdır (108/2; 22/35; 31/17).
ı) Namaz, gelenekçi, taklitçi anlayışları ve menfaatçi zihniyetleri uyarmayı gerekli kılmalıdır (11/87).
i) Namaz, zalimlere karşı mücadelede etkin bir hazırlık olduğu sürece anlamlıdır (10/87).
j) Namaz mutlaka anlayarak, düşünerek kılınmalıdır (4/43).
Namazın düşünülerek, anlaşılarak kılınması gereğiyle, namazda kendi lisanımızda (Türkçe) Kur'an okunması hususu birbirine karıştırılmamalıdır. Bunun için öncelikle, evrensel olma iddiasında olan bütün sistemlerin, ideolojilerin, dinlerin dışarıya karşı kendilerini ifade ettikleri sembollerinin, simgelerinin olduğu bilinmelidir. Namaz da bizim dinimizin önemli sembollerinden birisidir. Öyle ki, bir insanın müslüman olup olmadığının tesbitinde namaz önemli bir misyona sahiptir. Yine günde beş kez kılınması da onun önemi dolayısıyladır. Namazı huşu ile (23/2) okuduklarımızı düşünerek, anlayarak kılmak elbette Kur'ani emirlerdendir. Namaz esnasında okuduklarımız, Rasulullah'ın okuduğu bir takım dua, teşbih ve Kur'an ayetleridir. Kur'an'ın anlaşılarak okunması, anlaşılması gereği gibi, namazda okuduklarımızın da anlaşılması gereklidir. Bunun için de okunan dua ve ayetlerin anlamlarını öğrenmek, düşünmek icap eder. Namazın evrenselliği, onun sadece kılınışı ve vakitleriyle ilgili ortak algılayışla kendini göstermez. Aynı zamanda namaz dili de bu ortaklığın önemli bir yanını oluşturur. Bu durumun namazın anlaşılarak kılınması gerçeğiyle de çeliştiğini düşünmemek gerekir. Çünkü bir şeyi düşünmeyi, anlamayı, onu sadece kendi lisanımızla söyleme ile özdeşleştirmeyiz. İnsan düşünmedikten sonra Türkçe okuduğu bir sureyi, ayeti de anlamaz. Nasıl her bakmak, görmeyle sonuçlanmıyorsa, herhangi bir şeyi okumak, söylemek de (kendi lisanımız ile olsa bile) düşünmeyle sonuçlanmayabilir. Düşünme, belli çabaların ürünüdür ve ancak öyle gerçekleşir. Bir kimsenin herhangi bir şeyi ana diliyle ifade etmesi "düşünme" ile özdeş olsaydı "Ey inananlar! Sarhoşken namaza yaklaşmayın. Çünkü ne dediğinizi bilmezsiniz" (4/43) Kur'ani emri indirilmezdi. Sarhoşluk halinin, iradeyi zaafa uğratan özelliği yanında, "ana dil"in kullanılmasına mani bir hal de değildir. Fakat yukarıdaki ayette de belirtildiği gibi, ne dediğini bilmeme, düşünmeme halidir. Kısacası namazı düşünerek ikame etmek gereği vardır. Düşünmek ise zihinsel bir çabanın adıdır. Namazda bu çaba, orijinal haliyle yapılması gereken okunuşun, anlamını düşünmek ve duymakla gerçekleşebilir. "Evrensel namaz dili"ni kullanmanın birçok faydası ve gereği vardır, yine konuyla ilgili olarak şunları da hatırlamakta yarar vardır. Birincisi namazda okunacak ayetlerin manalarıyla birlikte, asıllarını öğrenmek mümkündür. İkincisi, bütün evrensel sistemlerin belli kavram ve deyişleri vardır ki,, bunlar orijinalleriyle kabul edilir ve öyle kullanılır. İslam'ın namazı da böyledir. Üçüncüsü, bu konu tevatüren gelmiş ve ümmet tarafından da böyle kabul edilmiştir. Yani olayın vakıası böyledir. Dördüncüsü, namaz dili üzerindeki polemikleri daha ziyade, konuyu Kur'an bütünlüğünde kavrayamayanlar ve art niyetliler gündeme getirmek istemişlerdir. Kısacası namaz lisanının orijinalini değiştirme teşebbüsü sağlam bir akide ve akıl işi olarak görülemez.
'Salat'ın temel rükunlarından, şartlarından birisi de onun huşu ile yerine getirilmesidir (23/2). Böyle bir namaz mutlaka ikame edilmeli (6/72), tatbik etmede devamlılık göstererek (6/92; 70/22-23), korunmalıdır (23/9; 70/34). Asla zayi edilmeyip (19/59), etrafımızdakilere yapmaları için tavsiye edilmelidir (20/132).
Gerçek anlamda yerine getirilen namaza ancak münafıklar üşene üşene gelirler, onu eğlence ve oyun yerine koyarlar (5/58). Ayrıca namaz ahirete kesin inanış (27/3; 30/4), yaşam biçiminin (dinin) yalnız Allah'a ait kılınması, ortak koşulmaması (98/5; 30/31), dua ve teşbih (24/41), boş şeylere dalmamak (74/41,47) ve gerçeği doğrulayarak arka çıkmakla da (75/31-32) yakın ilişkiler içindedir.
Namazın önemini ise, onun savaşta ve tehlike anında bile terk edilemeyeceğini bildiren Kur'an ayetleri ortaya koyar (4/101-102).
Gerçek bir namaz sömürüye, ekonomik adaletsizliğe, ahlaksızlığa, menfaatçiliğe, haksızlığa, kısacası her türlü kötülüğe karşı mücadele vermeyi emreder. Ve böylesi Kur'ani bir namazı ancak zalimler, müşrikler istemez. Ancak onlar engeller. Gerçek namaz bu bilincin ifadesidir.
Bugün birçoklarınca kuru ve şekilsel bir tatmin aracı olarak kılınan namaza gelince, o gerçek namazdan bir takım benzeşen özellikler dışında fazla bir şey taşımaz. İnsanları her türlü kötülükten alıkoyması gereken namaz, Kur'ani içeriğinden uzaklaştırılıp sadece, şekilsel, kuru bir tapınma olayı haline getirilmiştir, namazın gerçek anlamına kavuşabilmesi, ancak Kur'an'ın anlaşılması / yaşanmasıyla mümkün olabilir. Çünkü namaz Kur'an bütününün bir bölümünü teşkil eder. Her bölüm, bütünden bazı özellikler taşısa da hiçbir zaman diğer bölümler ve onlarla ilişkisi bilinmediği ve gereği layıkıyla yerine getirilmediği sürece tam anlaşılamaz.
DE Kİ: BENİM SALATIM, KULLUK BİÇİMİM, HAYATIM VE ÖLÜMÜM, TÜM VARLIKLARIN YÖNETİCİSİ VE SAHİB (RABB)İ ALLAH İÇİNDİR" (6/162).