Giriş yazımız sonrasına ayrıntılandırmaya başladığımız Kur’ân’ın otantik anlamını yakalama çabamız önce bizi Kur’ân’ın oturduğu zemine götürmüştü. Kadim Mitolojilerde kendini ifade eden Kur’ân öncesi dönem vahyin nüzuluna yaklaştıkça Ehl-i Kitâb ve Arap Cahiliye kültürü olarak belirginleşiyordu. Bu bağlamda özellikle Mircea Eliade’yi ve Dinler tarihine emeği geçen tüm ilim emekçilerini saygıyla anıyoruz.
“Kur’ân’ın evrensel niteliği işte bu genel zeminde doldurduğu tarihsel yer ile anlamlıdır.” Demiştik. Bu sebepledir ki Kur’ân mesajı’nın ilk bakışta ilgisiz gibi görünse de İnka medeniyetine de, Şamanizm’e de Hinduizm’e de bugünkü Kapitalizm ve Marksizm gibi materyalist dinlere de bir “cevabı” bulunmaktadır. Bu konuyu ikinci yazımızı başka bir çalışmada daha da ayrıntılandırmak üzere kapatıp kurtlar sofrasında yem olmuş insanı yeniden kolundan çekip çıkartan Rahmet elinin nasıl bir “ortaya çıkış süreci” yaşadığını inceleyeceğiz.
Kur’ân “Davetsiz/Davasız” Anlaşılamaz
Hayatın sürekli evrim ile değiştiği ve dönüştüğü gerçeği Rabbanî bir yasa olduğundan İlâhi hitâb da değiştirip dönüştürmek/inqılâb istediği ilk muhataplarını takriben 23 yıllık bir sürece yayarak dönüştürmeyi planladı. Mekke dağlarının ıssız bir mağarasında bir insanın anlam arayışına uzanan şefkat eli Abdullah oğlu Muhammed’den ilk Kur’ân nesline, onlardan tüm dünyaya yayılacak olan bir mücadelenin de fitilini ateşlemiş oldu.
Mesajların gelmeye başladığı ilk dönemi kabaca Mekke dönemi olarak tanımlıyoruz. Mekke dönemindeki ilgi alanlarının adeta bir ceninin büyüyüp gelişmesi gibi önce minyatür ve sıkıştırılmış olduğunu ama bu konuların süreç içerisinde örneklendirilerek ve açıklanarak detaylandırıldığını da görüyoruz. Bu durumu aşağıdaki tablo ile daha iyi izah edebiliriz:
Mekke’deki süreç Kur’ân’ın özellikle iç içe geçmiş sarmal bir gündemi olduğunu gösteriyor. İç içe geçmiş sarmal gündemden kastımız her zaman “birbirleriyle bağlantılı ve anlamlı” olan gündemlere işaret ediyor:
1- Dünya-Ahiret
2- Şahsiyet-Toplum
Dünya’dan bahseden mesajları içeren ayetlerin/işaretlerin doğrudan Ahiret’e yönlendiriyor olması bir özellik iken Ahiretten bahseden ayetlerin/işaretlerin de dünyevi fonksiyonları olduğu yani ahiretin daima bu dünyayı imâr etme/adaleti sağlama ve Salih amel işlemeye yönlendirici özelliği de dikkate değerdir. ( Kur’ân’ın nüzul sürecinin sadece ahkâm ayetleriyle sınırlı olmadığını aynı zamanda tasavvurların/düşünüş tarzı ve akâidin de bu terdi sünnet ile değiştirildiğini işleyen çalışmalar için bkz. Subhi Salih, “Ölümden Sonra Diriliş” çev. Ş.Gölcük, 1981, Yaşar Düzenli, “Üslub ve Semantik Açıdan Kur’an ve Şefaat”, Pınar Yay. 2006)
Bu denge mesajın seküler bir dünya mücadelesi öngörmediği aynı zamanda Ahiretin mistik bir merak tatmini olmadığı gerçeğini de açığa çıkartır. 2. Gündem maddesi olarak tanımladığımız Şahsiyet ve Toplum da hem insanın anlam arayışı ve insan psikolojisinin sorunlarıyla ilgilenen daha “felsefî” mesajlar içerirken aynı anda eşzamanlı olarak bu anlam arayışının toplumsal/siyasal bir mücadele ile bağıntısını da ortaya koyar.
Son dönemde bu özelliğe vurgu yapan, bir ihtiyaç olarak ortaya çıkan ve önemli bir hatırlatıcılık/zâkir işlevi gören İçtimâi/Sosyal Tefsir ekolü olmuştur. Özellikle el-Menâr ekolünün gerek Cemaleddin Afgânî ve Muhammed Abdûh’un çıkarttıkları “Urvet’ul Vusqa” gerekse “el-Menâr” dergileri, Muhammed Reşid Rıza’nın üstadı İmâm Muhammed Abdûh’un tefsir notlarından bolca istifade ederek kaleme aldığı ve Menâr tefsiri olarak meşhur olan 12 ciltlik “Tefsir’ul Kur’ân’il Hakîm” (Dâr’ul Kutub’ul İlmiyye, Beyrut, 1999) isimli eseri, Kur’ân’ın mücadele ve değişim mesajlarını tekrar gündemleştirmeye başladı. Daha önceleri sahip olunan egemen dünya iktidarı dolayısıyla daha çok statüko’nun ana hukuk kaynağı olarak algılanan Kur’ân, tekrar ezilenlerin egemenlere karşı başlatması gereken kurtuluş mücadelesinin rehberi haline getiriliyordu. Kur’ân’ın nüzul sürecindeki bu ezen-ezilen, zulüm-adalet, dünya-ahiret, toplum-şahsiyet vurgulu gündemleri “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alarak ilhâmı Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı!” dizeleriyle de vurgulanan bir ıslah ve dönüşüm çabası olarak yeniden ortaya çıkıyordu. Bu çabanın en önemli ismi kuşkusuz Seyyid Kutub’un “Fî Zilâl-il Kur’ân” isimli çalışmasıdır. Son dönemdeki bu “hatırlama” çabalarının yanı sıra asıl önemli çaba öncelikle nüzul ortamını iyi anlama sonrasında bu ortamdan günümüze nasıl bir hareket fıkhı çıkartacağımızdır. Aslı doğru anlayamazsak ondan çıkartacağımız uyarlamalar/içtihâdlar da eksik, zaaflı ve hatta zararlı olabilecektir.
Örneğin kimi Müslümanlar Mekke döneminde olduğumuzu öne sürüp sadece imân esaslarına yönelik salt ahlakçı bir çağrıyı dillendirmekteyken bazı Müslümanlar ise Medine’de inzâl olan sıcak savaş ayetlerini bayraklaştırıp küresel bir çatışmanın savaşçıları olunması gerektiğinde ısrar etmektedirler. Oysa Mekke’deki ilk ayetlerden başlayarak sosyo-politik bir içeriğin varlığı ve aşama aşama bu sosyo-politik mücadelenin yükseltildiğini Kur’ân’ın kendi içeriğinden okuyoruz. Yine aynı kitapta sıcak savaşın seçeneklerden sadece birisi olduğu ve esas olanın barışçıl yöntemler olduğunu, çare kalmadığında başvurulan bir mücadele olduğunu da anlıyoruz.
Kur’ân’ın nûzul sürecini gözeterek okumanın diğer anlamı da Kur’ân’ın bir “hareket fıkhı” oluşudur. Bu sebeple Kur’ân’ı doğru anlayıp doğru uygulamanın yolu Kur’ân’ın nûzul sürecinde başlattığı İslâmî mücadeleyi/şahitliği kavramaktan geçer. Davet/Dava bilincinde olmayan bir muhatap doğal olarak Kur’an’ın akan giden bu davet mücadelesinde konumlanamayacak ve tabiri caizse saha dışında kalacaktır. Kendi yaşamında bir İslâmî mücadele içinde olmayan okur, doğal olarak Kur’ân’ın nûzul sürecini anlayamayacak ya da uygulayamayacaktır. Buradaki anlama ve uygulamadan “copy-paste” yöntemiyle şablonik biçimde 1400 yıl önceki tüm tabloyu buraya taşımayı kastetmiyoruz. Ancak o dönemde verilmiş cevabı ve yöntemi alıp bugüne “uyarlamak” bugünkü sorunlara yeni cevaplar üretebilmek olarak anlıyoruz. Kur’ân’ın bak dediği yerden bakıp Kur’ân’ın hedeflediği amaçlara yönelik dünden ilham alan ama bugünden konuşan bir İslâmî mücadele/şahitlik/örneklik…
Kur’ân’ın ana gündem maddelerini özetle şöyle sıralayabiliriz:
1- İnançlardaki bozulmalar ve bunların ıslahı:
Şirk ve türevleriyle mücadele: Şefaatçilik-Ölülerden Medet umma vb.
2- İnsanın şahsi bozulması/Toplumsal çürüme ve bunların ıslahı:
Anlamsızlık buhranı ve sonuçlarıyla mücadele: Sosyal-Ekonomik adaletsizlikler ve toplumsal bozulmaya yol açan bireysel bozulmalar.
Kur’ân’ın indirildiği dönemdeki pek çok sorunun ayniyle bugün de var olduğunu biliyoruz. Özellikle itikad alanındaki pek çok problemin bir benzeri hergün karşılaştığımız sorunlarla birebir örtüşüyor. Örneğin Peygamberlerin ve tarihsel kimi kişiliklerin aşırı sevgiden ilâhileştirilmesi, ölülerden medet umulması, nefsî arzuların ya da siyasal otoritelerin insanın sorumluluklarına/ fıtri yönelimlerine tercih edilmesi gibi pek çok sorun için dün ve bugün ve yarın evrensel biçimde Kur’ân’ın cevapları güncelliğini koruyor.
Bununla birlikte ilk muhatapların yerel şartlarından kaynaklanan kimi uygulama ve anlayışlar bugünkü muhatapları doğrudan ilgilendirmiyor. Ancak özeldeki yerellikle bugün ve yarına benzeşim kurularak bir uyarlama/esinlenme/içtihâd yapma/ders çıkartma bağlamında bu yerel unsurların da evrensel boyutları olduğunu ifade edebiliriz…
Kur’ân bu ana gündemleri ilk ayetlerden başlayarak işlemeye başlamış ve Medine’de son verilen ayete kadar da aynı gündemleri konuşmuştur. Kur’ân’ın özellikle inanç boyutunda eksiksiz biçimde mesajını muhataplarına ilettiğini ancak uygulama boyutunda ucunu açık bıraktığı bir dönüşüm çabası içinde olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle toplum yapısında kökleşmiş tabular ve fıtrat dışı uygulamalar belirli bir periyodla ya yumuşatılarak zararları aza indirilmiş ya da tamamıyla tasfiye edilmişlerdir. Örneğin sosyal adaletsizlikler 23 yıllık süreç içinde inşâ edilen İslâm cemaati buna güzel bir örnektir. İlk nüve etrafında geliştirilen sonrasında ise ensar-muhacir kardeşliği ile yükseltilen İslâm cemaati infak ve isâr kavramlarıyla püriten, idealist bir topluluğu kurabilmişlerdir. Ancak “Asabiyye/kabilecilik” bağlarının iliklerine kadar işlediği insanlardan oluşan bu idealist topluluk bile karizmatik liderlerinin vefatıyla bu köklü toplumsal yapının belirleyiciliğine zaman zaman teslim olabilmişlerdir. Bu sebeple Kur’ân “akrabalık” gerçeğini yadsımamış onu sabırlı bir terbiyecinin zamana yaydığı eğitimle “taqva merkezli” bir akrabalığa dönüştürmüştür.
Diğer bir örneği Kölelik ve cariyelik hukukunda da görüyoruz. İnsanlık dışı bir tahakküm biçimi olan kölelik nûzul süreci içerisinde savaş hukukunun bir şubesine indirgenmiş, daha sonra ise köle’nin şartları ve hakları yükseltilerek kölelik mantığı anlamsızlaştırılmıştır. Kur’ân, bu süreç sonrasında kölelerin özgürleştirilmesini muhataplarına bir yükümlülük olarak getirmiştir.
Kur’ân’ı nûzul sürecinde anlamak isteyen okuyucunun öncelikle bir hareket fıkhı içinde kendisini konumlandırması gerektiğinin altını çizmiştik. Bu merhaleden sonra muhatap Kur’ân’ın yapısını ya da diğer bir ifadeyle “İlâhî Hitâb’ın Tabiâtı”nı tanımalıdır. Kur’ân dediğimizde aklımıza masa başında “yazılmış” bir “kitap”tan ziyade ziyade “okunmuş” hitâbeler/bildiriler külliyatı gelmelidir. Çünkü Kur’ân vahyi önce okunmuş/muhatapları bir çağrıya çağrılmış sonra bu çağrılar kaybolmasın diye yazıya geçirilmiş sözel bir mesajdır.
Kur’an’ın Konuşma Tarzı
Bu sebepledir ki Kur’ân’ın üslup özellikleri, sözel yapısı dikkate alınarak gözetilmeli, nûzul ortamında ne gibi bir işlev gördüğü, dil enstrümanlarını Kur’ân’ın nasıl kullandığı irdelenmelidir. Kur’ân’ın hitabındaki karakteristik özellikler, Kitab’ın konuşma tarzını oluşturmaktadır. Şayet bu üslup özellikleri genel anlamıyla meal ve tefsirlere yansıtılamazsa doğal olarak Kur’an’ın konuşma tarzından ve anadilşinden habersiz olan okuyucu Kur’an mesajını doğru biçimde alamayacaktır. Bu açıdan Arap dili ve edebiyatına vakıf olan Kur’an muhataplarının Arapça bilmeyen kitleye yönelik bu yönde büyük bir sorumluluğu bulunmaktadır. Bu açıdan Kur’ân’ın üslup özelliklerine yönelik yapılmış bir çok çalışmayı da burada anmadan geçemeyiz. Konuyla ilgili Seyyid Kutub’un “Kur’an’da Edebi Tasvir” ve “Kur’an’da Kıyamet Sahneleri” kitaplarıyla Ahmed Halefullah’un “Fenn’ul Kasâsu’l Kur’ân” (Kur’ân’da Anlatım Sanatı) isimli çalışmaları Kur’ânî üsluba yönelik çığır açan kitaplar olmuşlardır. Emîn el-Hûli ve eşi Âişe Abdurrahman’ın edebî tefsir çalışmaları da son dönemde konunun önemine ışık tutmuştur. Özellikle Ezher’de Muhammed Abdulhallak Azîme tarafından 9 cilt halinde hazırlanmış “Dirasetu Uslûb’ul Kur’ân’il Kerîm” (Dâr’ul Hadis, Kahire 2004) isimli çalışmasıyla Abdulllah Muhammed en-Nekrât’ın 2 cilt halinde telif ettiği “Belâgatun Tasrifun el-Kavli fî Kur’ânil Kerîm” (Dâr’ul Kuteybe, Şam 2002) isimli çalışmaları örnek verilebilir. Elbette bu eserler, Kur’ân Belagatı ve Üslup özellikleri üzerine oluşan geniş literatürden sadece iki örnektir.
Hareket fıkhı içinde “yürüyen” muhatap “okunan” bir hitâb’ın rehberliğinde devam ettiği mücadelesinde üçüncü yapması gereken şey, Kur’ân’ı kronolojik olarak okumaya gayret etmesi olacaktır. Elbette standart bir kronolojimiz elimizde bulunmuyor. Ancak hem İslâm geleneği hem oryantalist çalışmalar hem de çağdaş Müslüman araştırmacıların nûzul sıralamasına yönelik uğraşları elimizde ortalama/müşterek bir nûzul sıralamasına imkân tanıyor. Bu konuda yapılmış en önemli çalışma erken dönemde İbn-i Abbâs’ın ve Câbir Zeyd’in Mushaf çalışmalarıdır. Günümüzde ise özellikle Theodor Nöldeke (1836-1930) ve Régis Blachère (1900-1973)’nin nûzul sıralamasına yönelik çabalarının yanı sıra Müslümanlar arasında konuyu gündeme taşıyan isim M. İzzed Derveze olmuştur. Derveze hem Nûzul sürecini anlama sadedinde Kur’ân merkezli bir siyer kaleme almış (Tercümesi; Kur’ân’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı, Ekin Yay.) hem de et-Tefsir’ul Hadîs (Dârul Garbî İslâmî, Beyrut, 2000; Ter.: Ekin Yay., İstanbul, 1997) adıyla nûzul sırasına göre bir tefsir çalışması yapmıştır. Tefsir çalışmasındaki dikkat çeken boyut ise tarihsel kronolojiye göre yapılmış bir tefsir çalışmasının adının “Çağdaş/Güncel Tefsir” olmasıdır… Derveze’nin tefsirine benzer özelliklşer taşıyan bir başka nüzul tefsiri ise Abdurrahman Hasen Habbanek el-Meydânî’nin 15 cilt halinde yazmış olduğu “Meâricu’t Tefekkûr ve Dakâiku’t Tedebbûr” isimli tefsiridir. (Dâr’ul Marife, Şam, 2000)
Derveze’nin ve Meydânî’nin çabalarının bir benzerini Muhammed Âbid el-Câbirî’nin Nüzul sırasına göre 3 cilt olarak yazdığı “Fehmu'l-Kur'âni'l Hakim: et-Tefsiru'l Vadıh Hasebi Tertibi'n Nûzul” (Merkezu Dirasati'l-Vahdeti'l-Arabiyye, Beyrut, 2008.) Tefsirinde görmekteyiz. Câbirî tefsirine giriş mahiyetinde kaleme aldığı “Medhal ilel Kur’ân’il Kerîm fî et-Ta’rifi bi’l Kur’ân” (Merkezu Dirasati'l-Vahdeti'l-Arabiyye, Beyrut, 2008., Bu kitap 2010 Eylülünde Mana Yayınları tarafından “Kur’ân’a Giriş” adıyla Türkçe’ye kazandırılmıştır) isimli çalışmasında da nüzul ortamına dair doyurucu bilgiler vermektedir.
Nûzul sıralamasını anlama ve hareket metodunda eksene yerleştiren bir diğer müellif ise İslâmî İrân’ın ilk başbakanlarından Mehdi Bazergan olmuştur. “Seyr-i Tahavvul-i Kur’ân”/ Kur’ân’ın Evrimsel Gelişim Süreci” isimli 3 ciltlik önemli araştırmasında Kur’ân’ın kelime uzunluklarının birikimsel olarak arttığı tezinden hareketle pasaj pasaj Kur’ân’ın inişi sürecini belirlemeye çalışmıştır. (Bu eserin ilk cildi “Kur’ân’ın Nûzul Süreci” başlığıyla Fecr Yayınları tarafından Türkçeye kazandırılmıştır) Bazergân’ın nüzul sırlamasına yönelik çabasını özgün kılan husus, nûzul sürecinin Kur’an mesajının tebliğ metodunda ve hükümlerin oluşumunda nasıl bir evrimsel gelişim geçirdiğine yönelik bir fıkıh geliştirme içinde olması, bununla birlikte tarihsel verilerden bağımsız biçimde ilk kez pasaj pasaj inişi yakalamaya çalışmasıdır. Bilindiği üzere Nüzûl sıralamaları farklı Mushaf sıralamaları esas alarak “sure sure” yapılmaktadır. Oysa Kur’an’ın inişi bir çok kez surelerin bütün olarak indirilmesiyle değil pasaj pasaj (Alak suresinin ilk 5 ayeti gibi) gönderilmişlerdir. Bu açıdan Bazergan’ın çabası zaaflar barındırmakla birlikte önemli bir adımdır.
Okuyucunun Kur’an’ın ne dediğini tam anlamıyla anlayabilmesi için ayetlerin, 23 yıllık sürecin hangi karesinde yer aldığını bilmesi gerekir ki kendi bulunduğu güncel ortam ile nüzul ortamı arasında sağlıklı bir bağ kurabilsin. Sıcak savaşla ilgili bir mesajın barış ortamında tatbik edilemeyeceği, cümlenin emir cümlesi olsa dahi böylesi bir “yanlış ortam bağdaşımı” yüzünde emir cümlesiyle haram bir fiil dahi işlenebileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Bu açıdan Kur’ân ve pratiği hükmündeki Sünnet-i Nebî’nin doğru anlaşılabilmesi için önce oranın ne olduğu (Mekkî mi/Medenî mi?, Savaşta mı/Barış mı?, Soğuk Savaş mı/Sıcak Savaş mı? vs.) tespit edilmeli, daha sonra buranın ne olduğu (Güncel durum fıkhı) tespit edilmelidir. Oranın ve Buranın ne oldukları bilindikten sonra bu ikisi arasındaki doğru bağdaşımı kurabiliriz. Bu açıdan Fıkıh Usulü ile Kur’an’ı anlama usulü arasında ve Siyer arasında önemli bir bağ bulunmaktadır. Bu açıdan Tefsir ve Beyân/anlama çabası ile Siyer ve Fıkıh paralel biçimde ve çoğu kez iç içe geçmiş sarmal bir yapı şeklinde inşâ edilmelidir.
Nüzul Ortamı ve Nüzul Sebebi Bildiren Rivayetler
Kur’ân’ın nûzul ortamının ve indiriliş sürecinin kavranması için geleneksel başvuru kaynağı Nüzul sebebi bildiren rivayetlerdir. Söz konusu rivayetler, ilk dönem neslinden bize ulaşan önemli anlama verileri oluşturmakla beraber, Kur’ân’ın kendi iç bütünlüğü, siyâk/sibâk tarihsel gerçeklerle uyuşması vb. metin tenkidi kriterleri göz önünde bulundurularak belirli bir seçicilik ile bu rivayetler değerlendirilmelidir. Esbâb-ı Nüzul Rivayetleri alanında Türkçe’de özellikle Ahmed Nedim Serinsu’nun çalışmaları göze çarpmaktadır. Ayrıca Arapça telif edilmiş olan Bessâm el-Cemil’in “Esbâbûn Nûzul” (el-Merkez’ul Sekâfî’l Arâbî, Beyrut, 2005) isimli kapsamlı çalışması da önem arz etmektedir. Cemîl sözkonusu çalışmasında ilk dönemden orta döneme kadar yazılmış tefsir ve siret kitaplarındaki Esbâb-ı Nüzul rivayetlerinin istatiksel oranlarını vermekte, Modern dönem Müslüman araştırmacıların ve Oryantalistlerin bu rivayet malzemesine yönelik araştırmalarına yer vermektedir.
Kur’ân’ı nüzul süreci içindeki gelişim dönüşüm ve dönüştürme sürecinde okumak demenin hem teorik hem de pratik zeminde Kur’ânî bir gündem oluşturacağından şüphe yoktur. Kur’ân’ın aktüel müdahalelerinin bu şekilde anlaşılması onun evrenselliğinin bugüne dair ne anlattığını anlamamız açısından da önemi büyük. Bu açıdan Kur’ân’ın hedeflediği (Maqasıd-ı Kur’âniyye/Murâd-ı İlâhî) amaçlar doğrultusunda bir mücadele azmi içinde olmaksızın yapılacak masabaşı okumaları doğal olarak Kur’ân’ı mezhebî çatışmaların bir argümanı, şahsi/indî yorumların ego şişiricisi, akademik çalışmaların bir malzemesi ya da mistik çabaların bir nesnesi durumuna düşürecektir. Oysa anakronizme düşmeden Hirâ dağında başlayan seslenişin Medine site devletinde kesilen sesinin hangi kavgada ne için söylendiğini duyabilirsek, o zaman benzeri kavgaların içinde bize neler söylediğini de anlayabileceğiz.
Müşriklerin, Vahyin niteliğine dair getirdikleri cin sözüdür, şeytan ayartmasıdır, bizim şairlerimizin mistik kaynağından söylenen etkileyici sözler gibidir itirazlarına bir “cevap” olarak vahye temiz olanlardan başkasının levh-i mahfuzda dokunmadığını ifade eden cümleleri “abdestsiz Mushaf’a dokunmamak” gibi anlamak, ya da arkadaşınız bir mecnun değildir o dese vahiydendir, cevabını Gayri metluv vahy tartışmalarında argüman olarak kullanmak, Zikri biz indirdik onu koruyacak bizleriz cümlesini “Hadisler de korunmuştur” iddiasına delil getirmek, Medine’de inzal olmuş ve meşru bir ululemrin meşruiyetindeki savunma savaşları hakkında inen kıtal ayetlerini her zaman ve şarta teşmil ederek masumlara zarar veren bir saldırganlığa alet etmek, Allah izin vermedikçe kim şefaat edebilir?! Cevap cümlesini, demek ki Allah birilerine izin verecek diye anlamak bu tarz masabaşı, anakronizmin sonuçlarındandır. Elbette yanlış anlama örnekleri verdiklerimizle sınırlı değil…
Oysa Kur’ân’ın zaman ve mekan konusundaki ufku o denli geniştir ki balık vermeyi değil balık tutmayı öğretir. Hikmet dediğimiz bu öğreticilik Resulullâh ile pratiğe dökülmüş böylece sağlıklı bir mücadele/dâvet fıkhı doğmuştur. Kes kopyala yapıştır kolaycılığından daha meşakkatli olsa da Kur’ân’ın yetiştirdiği zihin hikmeti bir meleke haline getireceğinden dolayı Kıssâlardan hisseler almak ve Kur’ân sonrasında da devam edegelen peygambersiz kıssâlarda nasıl davranacağına karar vermek te Hikmetin meyvesi olmaktadır. Bu sebeple her ortamı illâ %100 biçimde Mekke ya da Medine ile özdeşleştirmek zorunda değiliz. Ama Kur’ân’da anlatılan diğer kıssâlar ile birlikte artık bizim için bir kıssâ hükmünde olan Hz. Peygamber’in mücadelesinin/dâvetinin bugün de farklı koşullar altında devam ettiği bilincini kaybetmemeli, kendi koşullarımızı yani bugünü iyi tahlil ederek dünden edindiğimiz davranış hikmetlerini bugüne uygulamalıyız. Bu açıdan Kur’ân kıssalarında anlatılan kişiliklerin, toplumların karakter analizlerini yapmalı, davranış modellerini çıkartmalı bu modellemeler ışında bugünün karakterleriyle ne denli uyuşuyorsa ona göre bir hareket fıkhı inşâ etmeliyiz. Çevremizde böylesi bir çaba yoksa Dâvetin/Davâ’nın bizim üzerimize bir sorumluluk olduğunu hatırdan çıkartmadan biz başlatmalı, şayet Bir inşâ çabası varsa daha da nitelik kazanması için davet çabalarının bizzat içinde yer almalıyız….
Bir sonraki yazımızı Kur’ân sonrası Vahiy asrına en yakın anlama çabalarını tanımaya, tanıtmaya ve doğru anlam’a ulaşma konusundaki etkilerini işlemeye çalışacağız.
Allah’a emanet olunuz….