Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla…
Allaha hamd, Resulüne selat u selam olsun.
“Kur’an’ı Anlamada Usul” yazı serimizin bugün diğer başlıklarını açmaya çalışacağız.
3-) Herhangi bir ayeti veya konuyu Kur’an’ın o konu ve ayetle ilgili tüm ayetlerini göz önünde bulundurarak değerlendirmek.
Kur’an’ın ayetlerini anlamaya çalışırken her bir ayetin diğer ayetleri tefsir ettiğini, anlamının çerçevesini belirlediğini bilerek hareket etmek, Kur’an’ı anlamada bizleri başarıya götürecektir. Bunlara bazı örnekler vererek konuyu açmaya çalışalım.
Örnek olarak hidayete ulaşma konusunun nasıl geliştiğini ele alalım… Konuyla ilgili bazı ayetlere baktığımızda, ilk anda hidayet veya dalaletin sanki dayatıldığı izlenimine kapılabilinir. Nitekim şu ayetleri bu kategoride değerlendirmek mümkün: “Allah kime hidayet ederse hidayet bulan o, kimi de dalâlete bırakırsa hüsrana düşenler de işte onlardır.” (7/178); “Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.“ (7/179); “Allah dileseydi, elbette hepinizi tek bir ümmet yapardı. Fakat Allah dilediğini saptırır ve dilediğine de hidayet verir. Muhakkak surette hepiniz, bütün yaptıklarınızdan sorumlu tutulacaksınız.” (16/93); “O halde, işlediği kötü, çirkin fiillerin cazibesine kapılıp (sonunda) onları güzel gören biri (Şeytan'ın adamlarından başkası) olur mu? Kuşkusuz Allah, (doğru yoldan sapmak) isteyenin sapmasına izin verir, (aydınlığa ulaşmak) isteyeni de aydınlığa ulaştırır. O halde (ey müminler,) onlara üzülerek kendinizi perişan etmeyin! Allah, onların yaptıklarını çok iyi bilir.” (35/8)
Ancak Yüce Allah’ın sayısız yerde insanı tevhid, adalet, merhamet ve iyiliğe çağırdığını; tüm kitaplarda, peygamberlerini de bu amaçla gönderdiğini beyan eden ayetlere baktığımızda meselenin ilk anda oluşan izlenimden çok farklı olduğunu rahatlıkla anlayabiliyoruz. Ayrıca yüce Allah’ın insanlara küfrü ve çirkinliği dayattığı iddiasının da net bir şekilde reddedildiğine tanık oluruz. “Allah'a ortak koşanlar diyecekler ki: ‘Eğer Allah dileseydi, biz de ortak koşmazdık, babalarımız da. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık.’ Onlardan öncekiler de (peygamberlerini) böyle yalanlamışlardı da sonunda azabımızı tatmışlardı. De ki: ‘Sizin (iddialarınızı ispat edecek) bir bilginiz var mı ki onu bize gösteresiniz? Siz ancak kuruntuya uyuyorsunuz ve siz sadece yalan söylüyorsunuz.’" (6/148) Ama diğer yandan devamındaki ayette “De ki: ‘En kesin ve üstün delil, Allah'ındır. Allah isteseydi, elbette hepinizi doğru yola iletirdi.’“ (6/149) diye de buyruluyor. Dolayısıyla açıkça anlaşılıyor ki, bundan kasıt Allah’ın kullarına takdir ettiği özgürlüğe dikkat çekmek ve Yüce Allah’ın iradesinin mutlaklığına vurgu yapmaktır. Yani Allah’ın iradesine/dilemesine aykırı bir şeyin olma ihtimalinin imkânsızlığını hatırlatmaktır. Eğer O, kullarına irade özgürlüğü dilemeseydi diğer tüm varlıklar gibi, insan da Allah’a secde/itaat edecek, hiçbir şekilde O’nun emrinden dışarı çıkamayacaktı. Nitekim dağların, taşların, ağaçların isyan edemedikleri gibi... “Görmedin mi ki şüphesiz göklerde ve yerde olanlar; güneş, ay, yıldızlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah'a secde etmektedir. Birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur. Allah, kimi alçaltırsa ona saygınlık kazandıracak hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar.” (22/18). Ama Allah insan’a özgür iradeyi lütfetmeyi dilemiş ve her nefsin hidayeti ile dalaletini de bir kanuna bağlamıştır. Yani insan hidayet ve dalaleti seçmede bile, o yasalara bağlıdır. Bu yasa da iyiliği ve ıslahı isteyenin iyiliğe, kötülük ve çirkinliği isteyenin de kötülüğe/küfre yönlendirilmesi şeklinde gerçekleşmektedir. Evet, Allah kulları için küfre razı olmamakta (39/7) ama onlara hidayeti zorla dayatmayı da insanın yaratılış amacına uygun görmemektedir. Bu nedenle insanın kendisine/iyiliğe dönük bir adımını on adımla, yüz adımla karşılamakta ama hiçbir adım atmadığında da onu zorlamayı hikmetine uygun görmemektedir. Diğer yandan aynı şekilde, dilediğini de dalalete sevk etmektedir. Ama bütün kusurlardan uzak ve bütün yüceliklerin kendisinde birleştiği bu yüce zat, acaba kimlerin dalalete gitmelerine izin vermektedir? Yüce Allah fasıkların (2/26), zalimlerin (14/4), aşırı giden şüphecilerin (40/34), kâfirlerin (büyüklenen ve ifsadı yaşam tarzı haline getirenlerin) (40/74), azgınlıkları içinde körleşenlerin (7/186) dalalete gitmelerine izin vermekte ve onların çirkinlikleri içinde boğulmalarına müdahale etmemekte ve hatta azgınlıklarının yansıması olan çirkin icraatlarının artmasına paralel, onların sapıklıklarının derinleşmesine engel olmamaktadır. Bu nedenle Kur’an’ın konuyla ilgili ayetlerine baktığımızda insanı yaratan, doğru yolu gösteren, yediren, içiren, uğradığı sıkıntıları gideren, hatalarını affeden (26/75-82) ve onlara kendilerinden daha rahmetli olan Allah’ın, kulları için hiçbir zaman zulüm olacak bir şeyi dilemediği ve dilemeyeceği net bir şekilde görülmektedir. Bu nedenle sınırlı ayetlerin hikmetli üslubunu kavramayıp, konuyla ilgili daha açık ayetleri göz önünde bulundurmayanların ve meselelere ayetlerin tümünü dikkate alarak bakmayanların yanlışa ve Allah hakkında su-i zanna düşmeleri gerçekten çok üzücüdür.
Yanlış usulün yanlış sonuçlara götürme durumu Hz. Âdem için de söz konusudur. Kur’an’daki Hz. Âdem’le alakalı ayetleri Kur’an’ın bütünlüğü içinde değerlendirmeyen bazı âlimlerimiz, Hz. Adem’in bir özel şahsiyet olmaktan öte bir türü ifade ettiğini söyleyebilmişlerdir. Halbuki Hz. Adem (a.s.) ile ilgili tüm ayetleri birlikte değerlendirerek meseleye baktığımızda bunun doğru olmadığı rahatlıkla görülebilecektir. Nitekim sadece şu ayetler bile Hz. Adem (a.s.)’ın gerçek bir şahsiyet olduğunu ortaya koymaya kafi olacak delilleri içlerinde barındırmaktadır: “Gerçek şu ki; Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini alemler üzerine seçti.” (3/33); “Şüphesiz Allah katında (yaratılışları bakımından) İsa'nın durumu, Âdem'in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı. Sonra ona ‘ol’ dedi. O da hemen oluverdi.” (3/59); “İşte bunlar, Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerden, Âdem'in soyundan, Nuh ile birlikte (gemide) taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail (Ya'kub)'in soyundan, doğruya ulaştırdığımız ve seçkin kıldığımız kimselerdendir. Onlara, çok merhametli olan Allah'ın ayetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı.” (19/58). Bu ayetlerden kolayca anlaşılıyor ki; Hz. Adem de, tıpkı Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. İsa (a.s.) gibi gerçek bir şahsiyet ve peygamberdir. Bu noktada temel mesele kitaptaki Hz. Adem ile ilgili ayetlerin birlikte değerlendirilmemesi ve bunun sonucunda şahsi eğilimlerin Kur’an’ın verdiği açık bilgilerin ve mesajının önüne geçmesidir.
Bu durumu nefs meselesi için de söz konusu edebiliriz. Kur’an Nefs’i kişinin kendi zatı/şahsiyeti anlamında kullanmasına rağmen nefse dönük Kur’an’ın bütünlüğünü dikkate almayan yaklaşımlar, nefsle ilgili parçacı yaklaşımlara düşebilmişlerdir. Bu çerçevede nefs, kötülüğün kaynağı olan ikinci bir şeytan olarak algılanmış ve resmedilmiştir. Bu söylemlerinin dayanağı olarak ise “(Yusuf dedi ki): İşte bu şunun içindir: Bilsin ki, ben ona arkasından hainlik etmedim. Gerçekten Allah hainlerin hilesini başarıya ulaştırmaz.” (12/52); “Nefsimi temize de çıkarmıyorum. Çünkü nefis kötülüğü emreder; meğer Rabbim rahmetiyle bağışlaya. Çünkü Rabbim çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” (12/53) ayetleri delil getirmektedirler.
Hâlbuki Kur’an’ın bütünlüğüne bakıldığında Yüce Allah’ın insanın nefsini/şahsiyetini bırakın kötülüğün kaynağı veya ikinci bir şeytan olarak yaratmayı, tersine onu İslam fıtratı üzere yaratmıştır. Başka bir ifadeyle doğru ve güzel olandan hoşlanır ve yanlış ve çirkin olandan tiksinir bir tarzda. “Artık yüzünü çevirerek (nezih bir muvahhid olarak) dine, Allah'ın yaratışına tut ki; (Allah) insanları onun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için değişiklik yoktur. İşte müstakim olan din budur. Fakat insanların çuğu bilmez.” (30/30) Nitekim Resulullah (s.a.v.) de bunu “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar. Sonra anne babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar.” (Buhari, Tefsir (Rûm), 2) diye buyurmuştur. Bu nedenle nefsin kötülüğün kaynağı olacak şekilde yaratıldığı iddiası Kur’an’ın nefsle ilgili söylediklerinin bir bütünlük içinde değerlendirilmemesinden kaynaklanmaktadır.
Hâlbuki bu bağlamda gerek fıtratını/temizliğini koruyup geliştiren nefse değer verilerek yemin edilmesi,
“Kusurlarından dolayı kendini kınayan nefse de yemin ederim…” (75/2); aynı şekilde temizliğini koruyarak rabbine kavuşan nefse “Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (89/27-30) denileceğini müjdeleyen buyruklar, nefse/ insana nasıl bakmamız gerektiğini ortaya koyuyor.
Anlaşılıyor ki; Yüce Allah, nefsi/zatı/kişiyi temiz ve İslam fıtratıyla yaratmış ve sonra ona bu temizliğini koruması için akıl ve irade lütfetmiştir. İnsana dönük nefsine rahmeti yazan Allah (5/12, 54) bununla da yetinmemiş, insanı vahiy ve bu vahyi somut bir modelliğe dönüştüren resullerle de desteklemiştir. Zira Allah özgür iradeleriyle insan/kul olmanın şerefini yakalamaları için onları serbest bıraksa da, onlar için küfre razı olmamıştır. “Eğer inkâr ederseniz, şüphe yok ki Allah'ın size ihtiyacı yoktur. Bununla beraber kulları adına küfre razı olmaz. Eğer şükrederseniz, sizin adınıza ona razı olur. Bir günahkâr da diğerinin günahını çekecek değildir. Sonra dönüşünüz rabbinizedir. O vakit O, size bütün yaptıklarınızı haber verecektir. Çünkü o bütün sinelerin özünü bilir.” (39/7) Yüce rabbimiz bundan dolayı, bunca nimetine rağmen, yoldan çıkan hatalı kullarına kapılarını kapatmamakta ve yüzüncü sefer bile olsa Allah’a/fıtratına dönmek isteyen her nefsin dönüşüne müthiş bir şekilde sevinmektedir. Olay böyleyken, yüce Allah’ın insanı/nefsi kötülüğe sevk edici olarak yaratması zaten imkânsızdır. Nefse dönük böylesine olumsuz bir anlayışın sebebi, yukarıda da söylediğimiz gibi bu konuyla ilgili bazı ayetlerin, Kur’an bütünlüğünden koparılarak ele alınmasındandır. Bu ise ayetlerin Kur’an bütünlüğünde anlaşılmasının önemini bir kez daha ortaya koymaktadır.
Bir başka misal olarak “Cennetü'l-Me'va” örneğini verebiliriz. “Andolsun ki; o, Cebrail'i bir başka inişte daha (aslî suretiyle) görmüştü. Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında. Ki Cennetü'l-Me'va onun yanındadır.” (53/13-15) ayetlerinde Cennetü'l-Me'va’nın ne olduğuna dair müzakerelerde, bazıları bunun yeryüzünde bir bahçe olduğuna dair yorumlarda bulunabilmişlerdir. Hâlbuki Kur’an’ın diğer yerlerinde, “Cennetü'l-Me'va” ifadesi, vadedilen ahretteki mükafat yurdu olarak geçmektedir. Tıpkı ; “İman edip de güzel amel (ve hareket)lerde bulunanlar için, yapmış oldukları (iyi) amellere mukabil, konak olmak üzere Me'vâ cennetleri vardır.” (32/19) ayetinde olduğu gibi. Bu nedenle gerek Necm suresindeki ayetlerin gündemleştirdiği konulara baktığımızda ve gerek Meva cennetinin vaat edilen mükâfat yurdu olarak Kur’an’ın diğer bölümlerinde kullanıldığını gördüğümüzde, Cennetül Me’va’nın yeryüzündeki bir bahçe olduğu tezinin yanlış olduğu rahatlıkla görülecektir.
İnşallah Kur’an’ı anlamada usulde dikkat edilecek hususlara ve onların örneklendirilmesine dönük çabalarımız devam edecektir.
Yüce rabbimizden ilmimizi, amelimizi ve ihlasımızı artırmasını ve kendisine dönük sonsuz bir kulluk arzusunu lütfetmesini niyaz ediyoruz. O bizi kendisine muhatap almakla şeref ve onur vermiştir. Biz bütün çeşitleriyle övgünün, olgunluğun, yüceliklerin ve kusursuzlukların kendisine mahsus olduğunu ikrar eder, zatının yüceliğine ve saltanatının büyüklüğüne yaraşır hamdlerle ona hamd ederiz.