Yüce Allah’a hamd, resulüne selat u selam olsun.
Geçen yazımızda Kur’an’ı anlamanın öneminden bahsetmiş ve bunu başarabilmek için dikkat edilmesi gereken hususlar olduğunu belirtmiştik. Bu hususların ilki olarak, anlama çabamızın merkezine Kur’an’ı almamız gerektiğini söylemiş ve bunun nasıl olması gerektiğini açmaya çalışmıştık. Şimdi de rabbimizden yardım dileyerek diğer hususları açmaya çalışalım…
2-)Kur’an’ı (vahyi), Kur’an’da ortaya konulan temel değerler doğrultusunda anlamak:
Temel değerler/kıstaslar, Kur’an’da onlarca ve bazen yüzlerce ayetle ortaya konulan ölçütlerdir. Bu nedenle bir ayeti, Kur’an’ın yüzlerce ayetle ortaya koyduğu bu kıstaslara aykırı olacak şekilde anlamak ve yorumlamak tamamen yanlış olacaktır. Bu temel değerleri şöyle sıralayabiliriz: Tevhid, adalet, kolaylaştırma, sorumluluğun ferdiliği, üstünlüğün takvada oluşu, dinde zorlamanın olmayışı, nimetlerin paylaşımı (sosyal adalet), hukukun üstünlüğü (şahıs, sınıf ve zümrelerin değil, ilkelerin önde tutulması), Allah’ın iradesinin mutlaklığı ve her türlü fıkıh üretmede şûranın (Müslümanların ortak akıl ve tutumunun) merkeze alınması vb... Bunları biraz açmaya çalışalım…
a-)Tevhid: Kur’an Allah’ı ilahlardan bir ilah veya ilahların en büyüğü olarak değil eşi, benzeri, dengi olmayan; doğurmayan, doğurulmayan; mülkünde ve hükmünde ortağı olmayan; bütün eksikliklerden münezzeh (el-Kuddüs) ve bütün yüceliklerin kendisinde toplandığı (el-Mütekebbir) ve en önemlisi de kendisinden başka ilah olmayan Ehad olarak tanıtır. Yüce Allah, benzeri olmayan yücelerin yücesi bir varlıktır. O, zatında ve sıfatında benzersiz ve mükemmeldir. “Onlar Allah’ı hakkıyla takdir etmediler/edemediler.” (39/67); “(O’nun) benzeri gibi bir şey (varlık) yoktur.” (42/11)
Bu nedenle herhangi bir ayeti anlamaya çalışırken, yüce Allah’ın benzersizliğine, hükümdeki bağımsızlığına, iradesinin mutlaklığına (yani tevhide) ters gelecek şekilde anlamak yanlış olacaktır. Örneğin Hz. İsa için kullanılan, “Allah’ın kelimesi” ifadesini, tevhide aykırı olacak şekilde başka yerlere çekmek veya “Âdem’e ruhundan üfledi” ifadesini, insanı Allah’ın bir parçası (vahdet-i vücut) olduğu gibi anlamak da yanlış olacaktır. Yanı sıra yüce Allah’ın “gelmesi”, “istiva etmesi” vb. ifadelerini de Allah’ı kullarına benzetecek şekilde değerlendirmek de yanlış bir yorum olacaktır. Yanı sıra Allah gaybı bilenin sadece kendisi olduğunu ifade buyururken (5/50), bazı ayetleri (Salih kul kısasındaki ayetler (50/60-82) gibi), herhangi bir peygamberin, insanın veya cinin gaybı bildiği şekilde anlamak da yanlış olacaktır. Sonuç olarak Kur’an’daki herhangi bir ayeti, tevhide (Yüce Allahın benzersizliğine ve biricikliğine) ters düşecek şekilde anlamak veya yorumlamak usul olarak doğru olmayacaktır.
b-)Adalet: Yüce Allah kullarını, iki eliyle, İslam fıtratı üzere (iyilikten hoşlanır, kötülükten tiksinir ve Allah’a imana meyilli bir yaratılışta), akıl ve irade sahibi olarak ve en güzel bir şekilde yaratmıştır. Çünkü Allah kullarını sevmekte (11/90), onları kendi isimlerinin ahlakıyla ahlaklandırmayı dilemekte ve onları kendisine dost kılmak istemektedir (51/56; 2/258). Bunun için onları bu güzel hedeflere götürecek vahiyler/rehberler ve resuller göndermekte, hatalarını affetmekte ve onlara sayısız kez kendilerini düzeltecek fırsatlar vermektedir. Kullarıyla ilişkisi sevgi, merhamet, bağışlama ve lütuf üzere olan bu yüce zatın kullarına asla zulmetmeyeceği açıktır. Nitekim Allah; “İşte bu, önceden yapıp ettiklerin yüzündendir (denilir). Elbette Allah kullarına haksızlık edici değildir.” (22/10); “Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin, kullara (zerre kadar) zulmedici değildir.” (41/46); “Allah âlemler için zulmü irade etmez/istemez.” (3/108) gibi sayısız ayetlerle, zulmün kendisi için asla düşünülemeyecek bir şey olduğunu ifade buyurmaktadır.
Dolayısıyla herhangi bir ayeti anlamaya çalışırken, zulmü doğuracak bir yoruma düşmekten şiddetle uzak durmanın gerekliliği açıktır. Zira yüce Allah elbette adaleti emrederken (16/90; 4/58) kendisi kullarına zulmetmeyecektir. Bu nedenle herhangi bir ayeti anlamaya çalışırken, bu ayetin adalet ilkesine aykırı düşmemesine usul olarak özenle dikkat edilmelidir. Örneğin “Allah dilediğini saptırır ve dilediğini hidayete erdirir” ayetini, insanın kesbinden bağımsız olarak ve Allah’ın insana dayattığı bir durum olarak değerlendirmek, zulmü doğuracağından ve adalet ilkesine ters düşeceğinden elbette yanlış olacaktır. Şayet ayetlerin bazılarında zahiren ve ilk bakışta bu anlaşılsa bile, yüce Allah’ın zulümden uzak olduğu gerçeği, bu tekil ayetleri, zulme neden olmayacak şekilde anlamamızı gerektirmektedir. Aynı şekilde “Rabbimiz; bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme! Rabbimiz; bize taşıyamayacağımız yükü yükleme!” (2/286) ayetlerini, sanki Allah kullarına taşıyamayacağı ağırlıkları yüklermiş gibi anlamak, Allah’a zulmü isnat etme sonucunu doğurduğundan yanlış olacaktır. (Bu ayetler, rabbimiz lütfünle başarmayacağımız imtihanlarla bizi imtihan etme anlamındadır.)Dolayısıyla herhangi bir ayeti, asla Yüce Allah’a zulmün isnat edilmesine sebep olacak şekilde anlamak ve yorumlamak doğru olmayacaktır.
c-) Kolaylaştırma ilkesi: Yüce Allahın kullarıyla ilişkileri tümüyle onlara rahmet etme ve onlara lütfetme ilkesine dayanmaktadır. Nitekim yüce Allah, kullarına rahmet etmeyi kendisi için bir yasaya dönüştürdüğünü haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Allah (kullarına) rahmet etmeyi kendi zatına (bir yasa/usul olarak) yazmış (takdir etmiş)tır.” (5/12) Bu nedenle yüce Allah asla kullarının sıkıntıya girmesini istemez ve onlara işlerini zorlaştırmaz. Bu gerçeği yüce Allah çok daha açık bir biçimde, şöyle buyurarak açmaktadır: “Allah sizin için kolaylığı diler, O size zorluğu dilemez.” (2/185)
Bu nedenle Kur’an’ın herhangi bir ayetini anlama çabasında bu temel ilkeyi gözden kaçırmamak, rabbimizin hükümlerinin maksadını kaçırmamak açısından büyük bir zorunluluktur. Rabbimiz; “Bugün size dininizi kemale erdirdim, size olan nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak (yaşam tarzı olarak) İslam’a razı oldum.” (5/3) diye buyurarak, bu dinin zorluk ve külfet değil, nimet olsun diye gönderildiğini açıkça ortaya koymaktadır. Bu sebeple herhangi bir ayeti veya hükmü bunun aksini doğuracak şekilde yorumlamak asla doğru olmayacaktır. Nitekim Allah adına yaptıkları yeminleri mazeret olarak ileri sürerek, iyilik ve ıslaha dönük bazı amellerden geri kalanları Allah şöyle uyarmaktadır: “Sakın Allah adına yaptığınız yeminleri iyilik etmeye, günahlardan sakınmaya ve insanların arasını bulmaya engel yapmayın. Hiç Şüphesiz Allah işiten ve bilendir.” (2/224) Zira Rabbimiz kulları için bir kural koymuşsa, bunu ancak, onların hayrına yönelik emreder. Dolayısıyla bu gibi emirlerle, iyilik zeminini bulandırmak veya zorluklar doğuracak şekilde yorumlamak ve bunu Allah’ın kullarından istediğini iddia etmek, Allah’ı tanımamak ve dinin maksadını bilmemektir. Yüce sahibimizin; “Biz, seni (başka bir şey için değil) ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (21/107) beyanları da bu gerçeği apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Rabbinin terbiyesiyle terbiyelenen ve O’nu gönderdiği vahyi en güzel şekilde anlayan Resulullah’ın ayetleri anlayışı ve yorumlayışı da bu şekildedir. Bunun örneklerinden birisi de asr-ı saadette yaşanan şu olaydır: Müslümanların bir kısmı gazveye (cihada) çıkarlar. Bunlardan birisinin başına gusül abdestini gerektiren bir olay gelir. Bu müslüman soğukluğun şiddetinden ve daha önceki hastalığının artmasından korkarak, gusül abdestini almamaya dönük bir ruhsatın olup olmadığını sorar. Fakat birliğindeki Müslümanlar ruhsatın olmadığını ve soğuk suyla guslü yapmasının zorunlu olduğunu söylerler. Bunun üzerine bu şahıs, çaresizce gusül abdesti alır ve hastalığının artmasıyla daha sonra vefat eder. Askeri birlik Medine’ye döndüğünde, olay Resulullah’a aktarılır. Olaya çokça sinirlenen Hz. Peygamber “Allah onları kahretsin, Allah onları kahretsin! Onlar Allah’ın kulunu öldürdüler!” diyerek tepkisini ortaya koyar. Zira Hz. Peygamber, bu dinin Allah’ın kullarının dünya ve ahiret mutluluğunu sağlamak üzere gönderildiğini çok iyi biliyor ve bu dinin, insanların helakine sebep olacak şekilde hikmetsizce yorumlanmasının yüce rabbimizin hoşuna gitmeyeceğinden asla şüphe etmiyordu. Aynı şekilde Hz. Peygamber başka bir zamanda da, falan işim olursa, hacca gölgelenmeden ve çıplak ayakla gideceğim diyen ve sonra da bu nezrin gereğini yaparken kan ter içinde kalan bir adamın yaptıklarına kızmış ve “Yüce Allah’ın senin kendi nefsine eziyet etmene ihtiyacı yoktur. Hemen ayakkabını giyin, gölgelen ve bineğine binerek nezrini yerine getir.” diye buyurmuştur. (Yani akılsızca yaptığın bu nezirde ısrar etme, yeminin kefaretini vererek, yüce Rabbinin senin için kolaylaştırdığı yolu tercih et diyerek o zata doğru olan yolu güstermiştir. )
d-)Sorumluluğun ferdiliği ve üstünlük ölçüsünün takvada olması ilkesi: Yüce rabbimiz, “Kim hidayet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, bir başkasının günah yükünü üstlenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye de) azap edecek değiliz.” (17/15); “Hakikaten insan için kendi çalıştığından başkası yoktur.” (53/39); “Herkes kazandığına karşılık bir rehinedir.” (74/38) diye buyurarak, sayısız ayetinde, sorumluluğun ferdiliğini net bir şekilde ortaya koymuş ve kendisinin yanında insanın değerinin tek ölçüsünün takva olduğunu (49/13) olduğunu beyan buyurmuştur.
Bu nedenle üstünlük ölçüsü olarak soylarını ve atalarını gösterenleri “Yoksa siz, gerçekten İbrahim'in, İsmail'in, İshak'ın, Yakub'un ve torunlarının Yahudi veya Hristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: ‘Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı?’ Allah'tan kendisinde olan bir şehadeti gizleyenden daha zalim olan kimdir? Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir." (2/140); “Onlar, bir ümmetti, gelip geçti; onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz, onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz.” (2/141) diye buyurarak sorumluluğun ferdiliğini ve takvanın dışında başka üstünlük ölçüsünü arayanların yanlışlığını ortaya koymuştur.
Bu sebeple herhangi bir ayeti bu temel kıstasa aykırı bir şekilde anlamak usul olarak doğru olmayacaktır. Örneğin Hz. Muhammed’e tabi olanların övüldüğü ayetleri, sadece Hz. Peygamber’in ümmetinin değerliliğine yönelik yorumlamak yanlış olacaktır. (Ehl-i Kitabın değeri kendilerinden menkul görüp, biz isyan etsek dahi, ateş sayılı günden başkası bize dokunmaz deyişleri gibi (3/23-25)) Zira Allah bir topluluğu övüyorsa, bunun sebebi o an itibariyle o ümmetin aklını ve iradesini iyilik ve ıslaha dönük kullanışından dolayıdır. Nitekim Yahudiler, bazı zamanlarda âlemlerin üstüne çıkarılarak seçilmiş ve bazı zamanlar İsa ve Davut (a.s.) diliyle lanetlenmişlerdir. Aynı şey insan için de söz konusudur.: “Muhakkak ki, Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların en aşağısı kıldık.” (95/4-5) Şüphesiz bu yasa/sünnetullah Müslümanlar için de aynen geçerlidir. Allah Müslümanları kesplerine karşılık, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmete dönüştürmüş (3/110) ve vahye sırtlarını döndüklerinde ise onları ibretlik ümmetlere çevirmiştir. Tıpkı asr-ı saadetteki Bedir ve Uhud savaş deneyimlerinde olduğu gibi; “(Bedir'de) iki katını (düşmanınızın) başına getirdiğiniz bir musibet, (Uhud'da) kendi başınıza geldiği için mi ‘Bu nasıl oluyor!’ dediniz? De ki: O, kendi kusurunuzdandır. Şüphesiz Allah'ın her şeye gücü yeter.” (3/165)
e-) Dinde zorlama yoktur ilkesi: Yüce Allah “Dinde zorlama yoktur.” (2/257); “Eğer biz dileseydik herkesi elbette hidâyete erdirirdik.” (32/13); “Eğer yüz çevirirlerse (bilesin ki), biz seni onlara bekçi göndermedik. Sana düşen, sadece tebliğdir.” (42/48); “İşte bu (anlatılanlar), şüphesiz bir öğüttür/uyarıdır. Artık kim dilerse Rabbine (varan) bir yol tutar.” (73/19) ayetleriyle kullarına akıl ve irade vererek ölüm gelip çatıncaya kadar serbest bıraktığını, ama kullarından sudur edebilecek küfre de asla razı olmadığını ifade buyurmaktadır. Dolayısıyla Kur’an’ın herhangi bir ayetini bu temel ölçüte ters düşecek şekilde anlamamak gerekmektedir. Sözgelimi, müşriklere dönük savaşma emrinin, sanki bu kâfirlerin İslam’ı kabul etmemesinden dolayı olduğunu düşünmek ve başkalarını zorla müslüman etmek için cihadi bir sorumluluğun olduğunu düşünmek büyük bir yanlış olacaktır. Zira ahitlerine sadık kalan müşriklerle barış halinde yaşamanın sürdürülmesine dönük emirler de (9/4, 7) inanç dayatmasının asla olmamasının gerekliliğini yalın bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu nedenle Ehl-i Kitaba dönük savaş emrinin de (9/29) bu çerçevede anlaşılması ve inanç dayatmasına neden olacak şekilde yorumlanmaması zorunludur. Aksi halde yüzlerce ayetten ortaya çıkan “Dinde zorlama yoktur.” ilkesi iptal edilmiş olacaktır. Böyle bir duruma yüce Allah’ın razı olmayacağı da açıktır. (Aynı durumun mürtetler için de geçerli olacağını düşünmek gerekmektedir.)
f-) Sosyal adalet ilkesi: Yüce Allah, zenginliğin sınırlı ellerde toplanmadığı bir toplum modelini müminlere temel bir hedef olarak belirlemektedir (59/7). Bunun için devlet başkanı olarak görev yapan resulüne, devletin eline geçen tüm imkânları (fey, zekat, ganimet vs.) zayıf tabakalara dönük kullanma emrini verdiği gibi (9/60; 8/41), zorunlu durumlarda özel mülkiyete dönük bazı kısıtlamalar getirmenin mümkün olduğuna dair işaretler de vermektedir (2/218; 9/34-35). (Nitekim Hz. Peygamber vahyin bu yönlendirmelerinden hareketle, bir hac ifası sırasında, Mekke’ye gelen ihtiyaç sahiplerini çok kötü bir halde görünce, -bu şartlarda- kurban etlerinin üç günden fazla saklanmasının haram olacağını beyan buyurmuşlardır.) Yanı sıra yüce Allah, İslam devletine sosyal adaleti gerçekleştirmeyi sorumluluk olarak yüklediği gibi, müslüman fertlere de bu hedefin gerçekleşmesi için çeşitli sorumluluklar yüklemektedir. Bu çerçevede müminlere, kazandıklarında başkalarının da haklarının olduğunu, arınmak için infak etmelerini ve zekât vermelerini emir buyurur. Diğer yandan bu infaklarını basit şeylerden değil, sevdikleri değerli şeylerden ve mümkünse ihtiyaçlarının dışındaki her şeyi vererek yapmalarını ister. (Nitekim bu emrinde şahitliğini/şehitliğini yapan Hz. Peygamber, ihtiyacının dışındaki tüm gelirini infak ederek, hayatının sonuna kadar Rabbine teslim olmanın canlı örneği olmayı sürdürmüştür.)
İslam’ın, Müslümanlara hedef olarak belirlediği sosyal devlet olma hedefi ortadayken, herhangi bir ayeti bu amacı boşa çıkaracak şekilde anlamak veya yorumlamak elbette yanlış olacaktır.
Sonuç olarak aynı şekilde, hukukun üstünlüğü, Allah’ın iradesinin mutlaklığı ve şûranın (müslümanların ortak aklının) merkeze alınması ilkeleri de Kur’an’ı anlama çabamızda dikkate alınmalı ve o kıstaslara ters düşecek bir anlama yanlışlığına düşülmemelidir. Yazıyı daha fazla uzatmamak için bu başlıklarla ilgili bu kadarla yetinelim.
İnşallah başka bir yazıda, Kur’an’ı doğru anlamak için dikkat edilmesi gereken diğer temel hususlara değinmeye devam edeceğiz.
Sözlerimizin sonu Allah’a hamddır. Söylediklerimizden isabet ettiklerimiz, rabbimizin lütfünden, yanlışlarımız ise bizim meseleleri karıştırmamızdandır. Rabbimiz seni tanımanın nimetini idrak eden ve bütün gücüyle senin isimlerinin ahlakıyla ahlaklanmaya çalışan bahtiyarlardan eyle bizi…