Kur’an’ı Anlama Gayesi, Onun Mesajını Yaşamlaştırma Maksadına Tabi Olmalı!

Yazısında Kur’an’ı anlama sorununu ele alan Faruk Beşer, anlama sorunları kadar anlamayı ana gaye etmenin de sorunlu bir yaklaşım olduğunu belirterek merkezde olması gereken maksadın vahyi bilgiyi yaşamlaştırmak olduğunu söylüyor.

Faruk Beşer’in Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde yayımlanan konuyla alakalı yazısını (01 Mart 2019) bazı tespitlerini tartışmaya açık bulmakla birlikte aşağıda ilginize sunuyoruz:

Kur’an-ı Kerim’i Anlamayı Mesele Edinmek

Bu konuda daha önce de yazdım ama bir süre önce İstanbul’da Özgür-Der adına, geçen hafta da Sakarya’da İlim ve Hikmet Vakfı adına konuşmalar yapınca düşündüklerimi yeni tespitlerle tekrar yazayım dedim. Kuranıkerim’i anlama problemi var mı? Varsa bu nereden kaynaklanıyor? Ne yapmalıyız ki, böyle bir problemi halletmiş olalım?

Önce işin püf noktasından başlayalım: Varsa bu problemi ve hal çaresini öncelikle yine Kuranıkerim’den öğrenmeliyiz. Buna itirazı olabilecek bir mümin düşünülemez. İşte Kuranıkerim’i bu düşünce ile okuduğumuzda üç beş değil, onlarca ayetin bu meseleye ışık tuttuğunu görürüz. Önce Allah (cc) anlaşılması için onu Arapça olarak indirdiğini defalarca söylüyor. Bunun anlamı şudur: Kuranıkerim’i bu dille bize gönderen, tabirin sakıncalı tarafları olsa da, bu dille inşa eden Allah’ın bizzat kendisidir. Onu anlamak istiyorsanız onun Allah’ın tercihi olan dilini çok iyi bilmek zorundasınız. Ta ki, ona bu dilin ihtimal vermediği anlamlar yüklemeyesiniz. Meallerden elbette yararlanmalıyız, ancak o bir anlatmak için anlama olmaz.

Şimdi bu mesele neden problem edildi? Aklımıza gelenleri söyleyelim:

Müslümanlar, ya da İslam dünyası bin yıllık muhteşem bir medeniyetten sonra gerilemeye başlayınca taşlar yerinden oynadı. Henüz Batı’nın hâkimiyeti gerçekleşmeden bile Müslümanların kendi aralarında Kuranıkerim, Sünnet ve fıkıh tartışılmaya başlandı. Çünkü bu konularda gerçekten sıratı müstakimden uzak ifrat ve tefrit anlayışlar ortaya çıkmıştı.

Ardından Batı felsefesi ve onun sonucu olan bilim ve teknolojinin meydan okumasıyla karşılaşıldı. Bu bir güçtü ve Müslümanların bu güce mukabil güçleri yoktu. Mesele anlaşıldığında iş işten çoktan geçmişti. Asıl travmayı oluşturan durum da bu oldu. Çünkü bu dünyada ayakta kalabilmenin kanunu güçlü olmaktır. Allah bu konuda müminlerin dikkatini çekmiş ve ‘onlara karşı elinizden gelen her gücü hazırlayın’ diye buyurmuştu. En büyük güç bilgidir.

Türkiye özelinde düşünürsek, biz kalan gücümüzü de devrimlerle kaybettik. Âlimlerimiz, bin yıllık varlığımızı oluşturan kitaplarımız, yazımız, kültürümüz imha edildi. İslam budur diye örnek alabileceğimiz âlimlerimiz ve topluluklarımız kalmadı. Müslümanca düşünme şartlarımız yok oldu. Düşünenlerimiz de Batı etkisinde ve onları taklit ile düşünmeye başladı. Kuranıkerim’in mahiyetini ve nasıl anlaşılabileceğini dahi onlardan öğrenmeye kalkıştık. Dikkat edilirse Kuranıkerim konusundaki aykırı fikirler bize hep Batılı müsteşriklerden, ya da Batıda yetişen Müslümanlardan geldi. Kuranıkerim’i anlamayı entelektüel bir fantezi gibi gördük, onu anlaşılmak zorunda olan bir nesne konumuna indirdik, kendimizi ona hâkim bir konumda hayal ettik. Çünkü Batı düşüncesinde en büyük insandı. O halde Kuranıkerim de insana anlaşılmak zorunda idi.

Oysa anlama bizatihi gaye değildir, yaşamanın aracıdır. Bilme asıl maksat haline getirilirse meyvesini veremez. İnsanın sadece kibrini ve zorbalığını artırır. Razi diyor ki, insandaki en büyük tutku her şeye sahip olma tutkusudur. Ama bunun fiilen imkânı yoktur. Çünkü herkes her şeye sahip olmak ister. O zaman insan bu tutkuyu bilgi ile tatmin yoluna gider, çünkü bildiği her şeye sahip olduğunu vehmeder. Böyle olunca bilgi insana ilahlık duygusu aşılar. ‘Kendilerine gelen kesin bir delilleri bulunmadığı halde Allah’ın ayetleri konusunda tartışanların gönüllerinde asla tatmin edemeyecekleri bir kendini beğenmişlik vardır. Sen Allah’a sığın, çünkü O her şeyi duyar, her şeyi görür’. İmam Matüridî diyor ki, burada ‘sen Allah’a sığın’ denirken bunu, deccaldan, şeytandan Allah’a sığın diye anlamışlar. Oysa bize göre kendilerinden Allah’a sığınılması istenenler bu kibirli firavunlardır.

Bir zamanlar örneklendirerek, ‘anlamak yaşamaktır’ demiştik. Bunu tekrar hatırlatmış olalım. Tilavet kelimesinde de buna bir işaret vardır. Malum, okumak anlamında Kuranıkerim’de ‘kıraat’ ve ‘tilavet’ kelimeleri geçer. Kıraat her türlü okumaktır, tilavet ise izleme, hemen peşinden gelme, takılma anlamındaki ‘tilv’ kökündendir ve söylediğini uygulama anlamındaki bir okumayı anlatır. Bu sebeple Kuranıkerim’i böyle okuyanları Allah, ‘onu hakkıyla tilavet edenler’ diye vasıflar. Yani onun hakkını vererek okumak ancak onun dediklerini yaşamakla olur.

Kuranıkerim’i anlamanın ipuçları aslında muhkem ve müteşabihten söz eden Âl-i İmran yedinci ayetinde saklıdır ve ‘muhkem’ bir bakıma da tahkim edilmiş, uygulanır kılınmış ayetler demektir. Müteşabihler ancak onlara vurularak anlaşılabilir. Yaşama olmadan sırf bir anlama merakı ile müteşabihlere tutunmak fitne aramanın sebebi olarak gösterilir. Bu uzun bir konudur ve bize göre Kuranıkerim’in anlaşılması bir mesele ise bu meselinin halli için muhkem ve müteşabihi anlamakla işe başlanılmalıdır. Tefsirler içerisinde bu ayeti kerimeyi Elmalılı gibi anlatabilen bir başkasını görmedim.

Bitmedi.

İslam Düşüncesi Haberleri

Felah; fıtrat ve vahiyle yeniden buluşmamızda!...
Diyanetten hatırlatma: Tüm kumarlar haramdır!
Kemalistlerin cehaleti uçsuz bucaksız saçmalama özgürlüğü sunuyor!
İ’tizâl ile itidal arasında Allah nerededir?
Mutlak kötüye karşı el-Kassam’ın özgürleştirici ribatı ve cihadı