Kur’an’da Dünya Hayatı Sonrası Huşu

MURAT KAYACAN

Huşu Arapça’da bakışları eğmek, sesi kısmak anlamında kullanılır (İbn Faris, 1979, II: 182). İslami terminolojide ise huşu deyince Yüce Allah’a duyulan saygı akla gelir. Hudû kelimesi sadece bedensel bir eğilmeyi ifade etmek için kullanılırken, huşu hem bedensel bir hareketi (Al-i İmran, 3: 199), hem de bedenin azalarının fiili olarak kullanılır (Kamer, 54: 7; Taha, 20: 108). Bu yazıda, huşu kelimesinin dünya hayatının sona ermesiyle ve ahiretle ilişkili olarak yer aldığı ayetleri ele alacağız.

Dünya hayatının son bulacağı gün hakkında dağların durumunu soranlar bilmelidir ki Allah onları ufalayıp savuracak, böylece yerlerini dümdüz boş bir halde bırakacak ve orada ne bir çukur, ne de bir tümsek kalacaktır (Taha, 20: 105-107). Yeryüzünde yaratılmış olanların en sağlamı görünen dağların bu hale geldiği dünyada, yaşam sona erip insanlar yeniden diriltildiğinde, bu kez dehşetli yeni bir sahne yerini almaktadır: “O gün hiçbir tarafa sapmadan çağırıcıya uyarlar. Rahman'a karşı sesler kısılmıştır. Artık bir fısıltıdan başka bir şey duymazsın.” (Taha, 20: 108). Ayetteki “çağırıcı” muhtemelen kıyametin kopması sırasında sûru üfleyecek olan İsrafil’dir. Anlaşıldığı kadarıyla, dünyada sesi çokça çıkanlar, yani etkili figürler bile ahirette haddini bileceklerdir!  

Sapkınlığında karar kılmış ve ölünceye dek hayatını o şekilde sürdürmüş olup Allah’ın daha da saptırdığı kimseyi ahirette kurtaracak hiçbir dost yoktur. O zalimler, azabı gördüklerinde, “Acaba dönecek bir yol var mıdır?” derler. (Şura, 42: 44). Onların ahiretteki durumları Kur’an’da şöyle tasvir edilmektedir: “Uğradıkları zilletten dolayı boyunları bükük, yürekleri titrer vaziyette cehennemin önüne getirildiklerinde, onların korkudan, sadece göz ucuyla ateşe baktıklarını fark edersin. Müminler ise (bu manzara karşısında), ‘En büyük kayba uğrayanlar, hem kendilerini hem de ailelerini kıyamet gününde hüsrana sürükleyenlerdir.’ derler. İyi bilin ki zalimler devamlı bir azap içindedirler!” (Şura, 42: 45). Onlar dünyada olduğu gibi ahirette destekçi arasalar da boşunadır. Allah’ın saptırdıkları için bir çıkış yolu kalmamıştır (Şura, 42: 46).

Bir çağırıcı, korkunç bir şeye çağırdığında, daha önce dünya hayatında ilahi uyarıları dikkate almadan yaşamış olanların hali şöyledir: “Gözleri yerde, mezarlarından çıkar, yayılmış çekirgeler gibi her tarafı dalga dalga kaplarlar.” (Kamer, 54: 7). İnkârcıların gözlerinin yere bakıyor oluşu, yaptıklarından pişman olduklarını akla getirdiği gibi, onların iliklerine kadar hissettikleri korkuyu da göstermektedir.

Dünyada olduğu gibi, ahirette de insanlar secdeye çağırılacaklardır. Ancak dünyadayken secde ederek Allah’a itaat göstermeyi reddedenler, ahirette isteseler de bunu yapamayacaklardır (Kalem, 68: 42). Kur’an onların ahiretteki durumları hakkında şöyle demektedir: “Gözleri yerde, kendilerini de bir zillet kaplamıştır. Onlar sağlam iken de secdeye davet edilirler (fakat secde etmezler)di.” (Kalem, 68: 43). Ahirette korkuları, gözlerinin yere bakmasından anlaşılacak olan kimseler, kula kulluğu reddetmedikleri dünyada, Allah’a secde etme nimetinden kendilerini yoksun kılmışlardı. Onlar ahirette de ondan mahrum kalacaklardır.

İnkârlarında ısrarlı olanlar konusunda yapılacak şey, onları kendi haline bırakmaktır ki kendilerine vaat edilen azap günlerine kavuşuncaya kadar dalıp oynayadursunlar! Onlar kıyamet günü kabirlerden hızlı hızlı çıkacaklar, sanki putlara koşuyorlarmış gibi fırlayacaklardır (Mearic, 70: 42-43). Onların içinde bulundukları hal şöyledir: “Gözleri yerde, kendilerini de bir zillet kaplamıştır. İşte bu, onlara vaat edilen gündür.” (Mearic, 70: 44).

Görüldüğü gibi, dünyada iken huşu (saygı) içinde Allah’a yönelmeyen inkârcıların, dünya hayatı sonrasında Allah’a boyun eğmekten ve teslim olmaktan başka ellerinden bir şey gelmeyecektir. Ne var ki gönüllü olarak dünyada Allahu Teala’ya göstermeleri gereken saygıyı, ahirette göstermeleri onları azaptan koruyamayacaktır. Dünyadayken inanıp güzel işler yapmak suretiyle, Allah’a saygıda kusur etmeyen müminler ise ahirette ödüllendirileceklerdir.

***

İbn Faris, Ebû’l-Huseyn (395/1005), Mu’cemu Mekayisi’l-Luga, 6 c., Daru’l-Fikr, (bs. yeri yok), 1979.