Kur'an-ı Kerim Allahu Teala'ya şirk koşanların, kurdukları düzeni sorgulayan ve daha ahlaklı ve adil bir sosyal düzen oluşturmaya çalışan Müslümanlardan rahatsız olduklarını ve Müslümanları "İslam'ı terk ettirip tekrar İslam öncesi bâtıl dinlerine döndürmeye" çalıştıklarından söz etmektedir. Bu yazıda bu İslam karşıtı çabayı avd (عود) kökünden türetilmiş kelimelerin geçtiği dört ayet bağlamında ele alacağız.
"(Nuh, Âd ve Semûd kavimlerinden ve onlardan sonra gelenlerden) kâfir olanlar peygamberlerine dediler ki: 'Elbette sizi ya yurdumuzdan çıkaracağız, ya da mutlaka dinimize döneceksiniz!' Rableri de onlara, 'Zalimleri mutlaka helak edeceğiz!' diye vahyetti." (İbrahim, 14: 13). Bu inkârcılar peygamberlerine iki seçenek sunmaktadır: Ya sürgün ya da İslam'ı terk edip önceki dine dönüş (Nesefi, 1998, II: 166). Zor kullanarak insanları inançlarından çevirmek yahut onları yurtlarından sürmek, inkâr edenlerin işidir. İman edenler ise dünya hayatının "insanların imtihan yeri olduğunu" bilmektedirler. İnsanlar inanmıyorlarsa cezalarını ahirette çekeceklerdir yeter ki başkalarının haklarına tecavüz etmesinler. İnkârcıların bu tehditlerinin ardından yüce Allah, Zalimleri mutlaka helak edeceğiz! diyerek insanları inançlarından dolayı baskı altına almanın ve onları yurtlarından sürmenin bir zulüm olduğunu ve dünya hayatında da cezayı gerektirdiğini anlatmaktadır. Ayette çoğul kipiyle peygamberler denildiğine göre, inkâr edenlerin peygamberlere yönelttikleri bu tehditlerin toplumsal bir yasa olduğunu ve inkâr edenlerin tarih boyunca böyle davrandıklarını düşünmek mümkündür (Şimşek, 2012, III: 96).
Statükoyu korumak isteyenler yeni/doğru inançları benimseyen, statükoyu eleştiren, statükonun kutsallarını ve ritüellerini paylaşmayan kişileri toplumda bozgunculuk yapmakla suçlayıp hizaya getirmek için mücadele ederken, yeni/doğru inançları benimseyenler veya alternatif söylemde bulunanlar ise inançlarını korumak ve kabul ettirip yerleştirmek için mücadele ederler (Sarmış, II: 422). Bu tabloyu Hz. Şuayb'ın kavminde görmek mümkündür: "Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber inananları ülkemizden kesinlikle çıkaracağız veya dinimize döneceksiniz" (Şuayb), 'İstemesek de mi?' dedi." (Araf, 7: 88). Bu inkârcıların hem ülkeden çıkarma hem dinden döndürme tehditleri tekitli ifadelerdir. Bu da onlardaki kararlılığı göstermektedir. Ne var ki inkârcıların kararlılığı karşısında, tevhid dinini tebliğ eden peygamberlerin kararlılığı vardır: Doğrusu Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah dilemiş başka, yoksa ona geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah'a dayanırız. Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet! Sen hükmedenlerin en hayırlısısın. (Araf, 7: 89). Peygamberlerin sizin dininize dönersek derken kastettikleri din şirktir (Kannuci, 1992, IV: 411). Yani onlar, "Şu anda biz hak üzereyken onu bırakıp da sizin dininize dönmemiz onu tekrar din olarak benimsememiz söz konusu olamaz." dediler (Taberi, 2000, XII: 562).
Kur'an, kavminin zulmünden çekinen ve mağaraya sığınan gençlerin (Ashab-ı Kehf) aralarında geçen ve "dinden döndürme" konusunu da içeren şu konuşmayı aktarmaktadır: "Çünkü şehir halkı, sizi ellerine geçirirlerse muhakkak sizi taşlayarak öldürürler veya kendi dinlerine çevirirler ki o zaman siz dünyada da ahirette de asla kurtuluşa eremezsiniz." (Kehf, 18: 20). Halbuki, gerçekten dine inanmış olanlar, başkalarının inançlarına baskı yapmaz ve hak dini kabul etmeler için onları zorlamazlar. Çünkü onlar biliyorlar ki bu dünya kulların sınavdan geçirildiği yerdir. İnsanlar burada yaptıklarının karşılığını ahirette alacaklardır. Baskı ancak inanç ve düşünceleri konusunda şüphesi olanların işidir (Şimşek, 2012, III: 260).
Görüldüğü gibi, şirk dini mensupları, Müslümanlarla ilişkilerinde zulümden uzak duramamakta, onları İslam'ı benimsemekten alıkoymaya, aksi takdirde vatanlarından uzaklaştırmaya yönelmektedirler. Ancak onlar yaptıkları zulmün dünyada ya da ahirette veyahut her ikisinde karşılığını göreceklerini unutmamalıdırlar.
Kannuci, el-Hüseyni el-Buhari (ö. h. 1307), Fethu'l-Beyan fi Makâsidi'l-Kur'an, 15 c., el-Mektebetu'l-Asriyye li't-Tabâati ve'n-Neşr, Beyrut, 1992.
Nesefi, Mahmud Hafız ed-Dîn (ö. 710), Tefsiru’n-Nesefi (Medâriku’t-Tenzîl ve Hakaiku’t-Te’vil), 3 c., Daru’l-Kelimi’t-Tayyib, Beyrut, 1998.
Sarmış, İbrahim, Hz. Muhammed’i Doğru Anlamak, 2 c., 3. bs., Ekin Yay., İst., 2007.
Şimşek, M. Sait, Hayat Kaynağı Kur'an Tefsiri, 5 c., Beyan Yay., İst., 2012.
Taberi, Muhammed bin Cerir. (2000). Câmiu'l-Beyan an Te’vîli Âyi’l-Kur'an. 24 c. Beyrut: Müessesetü’r-Risale.