Kur’an ve Sünnete Yaklaşımda Usul Sorunu (Faiz Örneği)

Hayrettin Karaman, Kur’an ve Sünnet karşısında Müslümanların durumunu mercek altına aldığı yazısında faiz örneğinden hareketle meselelere usulsüz yaklaşımları eleştiriyor.

Konuyu Yeni Şafak’taki köşesinde işlemeye devam edeceğini belirten Hayrettin Karaman’ın meseleye dair bugün yayınlanan (28 Aralık 2017) ilk yazısını ilginize sunuyoruz:

Kur’an ve Sünnetle Problemli Olan Müslümanlar

Fazla okuyup yazmayan sıradan Müslümanların Kur’an ve sünnet ile problemleri olmaz (yoktur); bu iki temel kaynakta olanların önemli bir kısmını bilmeseler de iman ederler, ancak çeşitli sebep ve saiklerle uygulamada eksikleri vardır, bu eksikliğin şuurunda olur, boyunlarını büker ve tevbe ederler.

Okur-yazar Müslümanların ilâhiyat tahsili görmemiş olanlarından bazıları kendi ilim dallarının, eğitim ve kültür çevrelerinin tesiriyle dine, haddini aşan akılla yaklaşırlar, Kur’an ve sünnetin getirdiği bilgileri ve hükümleri kendilerince ya tarihi gereklilik ve sebeplere veya her zaman geçerli olan “aklî-bilimsel hikmetlere” bağlayarak tevil ederler (yorumlarlar), mesela “faizin yasaklanmasından maksat Kur’an’ın nazil olduğu tarihin şartlarında zenginlerin yoksulları sömürmesini önlemek idi, bankaların yaptıkları faizcilikte böyle bir sömürme olayı yoktur, bu sebeple banka faizi haram değildir, Kur’an’ın ve sünnetin yaptığı yasak kapsamına girmez” derler.

Örneğimiz kafa karışıklığına sebep olmasın diye hemen bir cevap yetiştirelim:

Bu yorumda bilgi eksikliğine dayalı hatalar var:

Sahih anlama ve yorumlama usulüne göre hüküm, hikmete (akılla bulunan hüküm gerekçesine) değil, helal ve haram gibi bir hükmün ilgili olduğu şeyin bu hükme medar olan niteliğine (illete) bina edilir. Hadisler faizin cereyan ettiği ve o günlerde mevcut olup mübadele edilen kıymetli maden ve malları açıklamıştır. Bunlar ya değişime aracı olan semendir (para kabilindendir) veya önemli yiyecek maddeleridir. İşte bu semen olma veya önemli yiyecek maddesi olma niteliği hangi şeylerde bulunursa bunların belli şekillerde fazlalıklı olarak mübadele edilmesi ile faiz (riba) gerçekleşir ve gerçekleşen bu faiz de haram olur.  Faizin yasaklanmasında zenginin, güçlünün fakiri ve zayıfı sömürmesini önleme hikmeti ve gerekçesi vardır, ama bu gerekçe bazı durumlarda gerçekleşmemiş olsa bile faiz haram olmaya devam eder.

Ayrıca bankaların yaptığı faizcilikte yoksulların ve sermayesi olmayanların sömürülmediğini, zarara uğramadıklarını söylemek de doğru değildir. Bankadan  veya tefeciden kredi alanlar ya şahsi-ailevî ihtiyaçlarını gidermek için alırlar veya krediyi sermaye yapıp ticaret yahut üretim yapmak isterler.

İhtiyacı için ödünç para alan kimse ihtiyacı bakımından zayıftır ve yoksuldur; ondan, ödünç para karşılığında menfaat sağlamak (faiz almak) kişinin ihtiyacını kullanarak haksız kazanç sağlamak ve onu sıkıntıya sokmak demektir. İslam bunun yerine “ihtiyacı olana Allah rızası için ödünç verilmesini” (karz-ı haseni) teklif etmektedir. Bunu bireyler yapabileceği gibi bu maksatla kurulmuş vakıflar ve benzerleri de yapabilir.

Aldığı faizli krediyi ticaret ve üretimde kullanan iş ve ticaret erbabı, ürettiği veya sattığı malın maliyetine faizi de ekler, bu sebeple faiz, son aşamada tüketicinin cebinden çıkar; tüketicilerin de çoğu zengin ve güçlü olmadıkları gibi bazıları böyle bile olsalar belli malları almak ve tüketmek mecburiyetinde olduklarından haksız kazanç faizi de ödemek durumunda kalırlar.

Kredi veren banka gerekli teminatları da aldığı için onun kârı ve anaparanın dönüşü garanti altındadır. Krediyi alan tacir veya iş adamının ise bununla yapacağı işten kazanacağının garantisi yoktur. Basiretli hareket ettiği halde zarar edebilir; emeğini ve zamanını vererek iş yapan ama zarar eden bir kimseye sermaye veren kimse, kâra katıldığı gibi zarara da katılmalıdır; katılmazsa ortada apaçık bir haksızlık ve adaletsizlik var demektir.

Okur-yazarlardan bir kısmı ise din ilimlerini de tahsil etmiş kimselerdir. Bunların çoğunun Kur’an ve sünnetle bir problemleri yoktur. Akıllarını sonuna kadar kullandıktan sonra onu ve nefislerini Allah’a teslim ederek Müslüman oldukları için yine akıllarını ve bilimi de kullanarak ama usulünce Kur’ân’ı ve Sünneti anlamaya çalışırlar, dini akıl ve nefis olarak teslim almaya değil, ona teslim olmaya gayret ederler. Bilirler ki, aklın ve bilimin bir hududu vardır, Mirac’da Cebrâîl’in durduğu Sidretü’l-Müntehâ gibi akıl da sınırının sonuna gelince orada durur, durmalıdır, sınırı aşarak kendini Şâri’ (din vâzıı Allah)  yerine koymamalıdır.

Konuya devam edeceğim.

İslam Düşüncesi Haberleri

Felah; fıtrat ve vahiyle yeniden buluşmamızda!...
Diyanetten hatırlatma: Tüm kumarlar haramdır!
Kemalistlerin cehaleti uçsuz bucaksız saçmalama özgürlüğü sunuyor!
İ’tizâl ile itidal arasında Allah nerededir?
Mutlak kötüye karşı el-Kassam’ın özgürleştirici ribatı ve cihadı