Doç. Dr. Halil Altuntaş / Diyanet Aylık Dergi
Kur'an ve Sünnet bütünlüğü
Kur’an-ı Kerim’in mucizevi özelliklerinden biri de veciz yani özlü ve yüksek ifade üslubuna sahip bir kitap olmasıdır. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir yandan onu insanlara ulaştırıp bir yandan da uygulayarak pratik hayata mal ediyordu. Bu süreç içinde ashap gelen mesajlara dair bilgileri bizzat Kur’an’dan, onda bulamadıkları ya da anlayamadıkları konuları ise Hz. Peygamber’den öğreniyorlardı. Ashabın zihin dünyasında Resulüllah’ın (s.a.s.) yaptığı ve söyledikleri ile Kur’an arasında kopmaz bir bağ oluşmuştu. Öyle ki Kur’an-ı Kerim gibi hadisler de ezberleniyordu. Kur’an hakkında Resulüllah’a başvurma ihtiyacı onun vefatından sonra da devam etmiştir. Karşılaşılan müşküllerin çözümü için konu hakkında Resulüllah’tan işitilmiş bir bilgisi olanlara başvurulmuştur. Ashabın sonraları bütün bir ümmete mal olacak bu tutumu, dayanağını elbette Kur’an ve sünnette buluyordu. Ümmetin Kur’an ve sünnet birlikteliği konusunda sergilediği bu tutum, genel ve hâkim bir yöneliş olarak varlığını hep sürdürmüştür.
Dar bir çevrede de olsa Kur’an ile sünnet arasındaki bu sıkı ilişkiyi reddeden ilk hareket Haricilik olmuştur. Sıffın Savaşı’ndan sonra halife tayininin hakeme bırakılması üzerine (H. 36/657) Hariciler adı verilen tekfirci grup “Allah’tan başka hüküm verecek yoktur.” sloganı ile Kur’an’dan başka merci tanımadıklarını söyleyip sünnetin hüküm kaynağı oluşunu reddettiler. Haricilerden sonra sünneti reddetme konusunda dikkat çeken oluşum XIX. yüzyılın ikinci yarısında Hindistan’da ortaya çıkan “Kur’aniyyûn” taifesi olmuştur. Bu akımın mensupları “Kur’an bize yeter.” sloganı ile kendilerini ifade edegelmişlerdir.
Günümüzde de propagandası yapılıp yaygınlaştırılması istenen bu akım Hz. Peygamber’i (s.a.s.) mücerret bir nakilci konumuna indirgemekte ve sünnetin getirdiği hükümleri reddetmektedir. Ülkemizde de son yıllarda “Kur’an İslamı” söylemi altında faaliyet göstermeye çalışan bir damarın aynı çizgiyi takip ettiği görülmektedir.
Sünnet karşıtı bu hareketin gerçek mahiyetini kavrayabilmek için amacına ulaştığı takdirde ortaya çıkacak sonuçlara bakmak yeterli olacaktır. İşin özü şudur: Sünnet din konusunda devre dışı bırakıldığı takdirde Kur’an’ın yanında sünnetin de yapıtaşı konumunda olduğu tefsir ve fıkıh gibi İslam bilimleri ve bunlarla yoğrulmuş olan İslam hukuk ve kültür mirası çöker. On beş asırdır bu kaynaklardan beslenen İslam ümmeti, kendini bir arada tutan temel bağı yitirir. Sünnet ile ilgisi kesilen Kur’an, çeşitli teviller yolu ile pek çok konuda asıl mecrasından çıkarılır, böylece Müslümanlar Kur’an hakkında şüphe ve ihtilafa düşer. Bu da her şeye sıfırdan başlanarak “yeni bir İslam” kurgulanması projesine zemin hazırlamış olur.
Sünnete karşı çıkış ya ilke olarak onu devre dışı tutup Kur’an’ın tek delil olarak alınması ya da sünnetin nakil yönteminin yani rivayet usulünün yetersiz bulunması şeklinde oluyor. Birinci yaklaşımı bizzat Kur’an ve sünnet reddeder. İkinci yaklaşım ise çok kere hadisin varlığı ile değil, bazı hadislerin niteliklerini bahane etme şeklinde kedini gösterir. Hadisin sıhhati, rivayetlerde yalan ve unutma konularındaki hassasiyet iddiasını sünneti redde gerekçe göstermek temelsiz bir yaklaşımdır. Sünnete karşı takınılan bu tutum İslam karşıtlarının eline koz vermek anlamına gelir. Resulüllah’tan gelen bütün rivayetler, senetleri ile birlikte belli kaynaklarda toplanmıştır. Toplanan bu rivayetlerin sağlamını zayıf ve asılsız olanından ayırmak için büyük çabalar harcanmış ve bu konuda “hadis usulü” adı verilen bir sistem ortaya konulmuştur. Hadisin bilimsel zırhı konumundaki ilmi disiplini amaçları önünde ciddi bir engel gibi gören bu retçi yaklaşımın bir mensubunca, hadis usulü ilmini sözde itibarsızlaştırmak için çalışılmıştır.
İlahi kelamın anlaşılıp yaşanması amacı doğrultusunda sünnetin etkin bir konuma sahip olduğuna Kur’an’da çeşitli ayetlerde dikkat çekilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ Hz. Peygamber’e itaat edilmesini emreder. (Hicr, 15/9; Nur, 24/54.) Onu müminlere örnek olarak sunar. (Ahzab, 33/21.) Kur’an’ı açıklayıcı etkinliğine dikkat çeker. (Nahl, 16/44.) Bu ve benzeri mesajlar Kur’an’ın anlaşılıp yaşanması doğrultusunda sünnetin etkin bir konuma sahip olduğunu gösterir. Yine mesela “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan ulu’l-emre (idarecilere) de…” (Nisa, 4/59.) ayetinde Resul’e itaat çok daha açık ve vurgulu bir ifade taşımaktadır. Ayette “Allaha itaat edin” emri zikredildikten sonra “Resul’e itaat edin” şeklinde Peygamber için de tekrarlanması onun Kur’an’da yer almayan söz ve açıklamalarını da din düzleminde dikkate almanın lüzumuna işaret etmektedir.
Burada Resul’e itaat etmenin, tebliğ ettiği Kur’an’a tabi olmak anlamında “Allah’a itaat edin” emri ile özdeş olduğu söylenemez. Çünkü bu emrin ardından “Müslüman yöneticilere itaat” de emredilmektedir. Eğer Peygamber’e itaat emri Allah’a itaat emri ile özdeş ise ululemre itaat emri de aynı şekilde onunla özdeş olmalıdır. Yani ululemre itaati de Peygamber’e itaat gibi Allah’a itaat bağlamında değerlendirmelidir. Böyle bir şey söz konusu olmadığına, ululemre itaat Allah’a itaat anlamına gelmeyeceğine göre, ululemrin Kur’an’a aykırı olmayan emirlerine itaat bizatihi bağlayıcılık ifade eder. Bu durumda Allah’ın Resulü’nün Kur’an dışındaki emir ve yasakları (sünnet) bağlayıcı olmazken ululemrinkiler bağlayıcı olacaktır. Bu ise açık bir tutarsızlık olur. Şu hâlde ayette Allah, Resul ve ululemir gibi üç ayrı müstakil itaat emri söz konusudur. Bu da dinde sünnetin müstakil bir değere sahip olduğunu gösterir.
Allah Teâlâ Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Kur’an’ı tebliğ edip öğretmesi yanında bir de hikmeti öğretme etkinliğini zikreder. (Âl-i İmran, 3/164.) Ağırlıklı olarak sünnet diye açıklanan bu hikmet her ne olursa olsun, Kur’an’ı öğretmekten başka bir şeydir ve Hz. Peygamber’in sahabilere Kur’an dışında yönelttiği İslami hayat tarzı ile ilgili emir, yasak, tavsiye niteliğindeki detaylara işaret eder. Yine Kur’an müminlerin kendi aralarında yaşadıkları çekişmeli işlerde Hz. Peygamber’in hakemliğine razı olmamanın, emirlerine aykırı davranmanın imanla çelişen bir tutum olduğuna vurgu yapar. (Nisa, 4/65; Nur, 24/63.)
Hz. Peygamber’in Kur’an’da yer almayan herhangi bir konuda vereceği hüküm ya da emir karşısında ashabın takınması gereken tavır nedir? Sahabiler, Kur’an’da böyle bir konu yer almıyor deyip bu nebevi talimat karşısında tercih hakkına sahip olacaklar mıdır? Elbette yine nebevi talimata uyacaklardır. İşte “Resul’e itaat edin” emrinin kapsam alanı bu gibi durumları içerir. Nitekim Yemen’e elçi ve kadı olarak gönderilmek üzere olan Muaz b. Cebel “Orada Allah’ın kitabı ile eğer onda delil bulamazsam Allah Resulü’nün sünneti ile hüküm vereceğim. Onda da delil bulamazsam içtihat ederim.” deyince Resulüllah “Elçisinin elçisini başarılı kılan Allah’a hamd olsun.” buyurmuştur. (Ebu Davud, Akdıye, 11.)
Açıkça ya da örtülü bir şekilde “Kur’an bize yeter” diyerek sünneti dinin dışına itmek isteyenlerin en büyük açığı, Kur’an’ın emrettiği ibadetlerin pratiklerini Hz. Peygamber’in uygulama ve talimatından öğrenmiş olmamızdır. Sünnet olmadan bu ibadetlerle yükümlü olduğumuzu biliriz ama bu yükümlülükleri nasıl yerine getireceğimizi bilemeyiz. Sünnete başvurmadan namazın ne zaman ve nasıl kılınacağını, zekâtın hangi tür mallardan, ne ölçüde ve ne kadar süre için verileceğini, haccı meydana getiren uygulamaların nerelerde ve nasıl yapılacağını, orucu hangi davranışların bozacağını Kur’an’a bakarak kim, nasıl belirleyecektir? Eğer böyle bir imkân olsaydı Hz. Peygamber “Beni nasıl namaz kılarken görüyorsanız siz de öylece namaz kılınız.” (Buhari, Ezan, 18.) “Hac uygulamalarını benden alınız!” (Müslim, Hac, 310.) buyurmazdı.
Öte yandan Allah Resulü (s.a.s.) ahiret hâlleri ile ilgili detaylar, geçmiş peygamberlerin Kur’an’da zikredilmeyen kıssaları gibi gaybi bilgileri kendisine bildirildiği kadarıyla açıklamıştır. Mutlak anlamda “dinî” olan bu haberlere sırf Kur’an’da yer almadığı için itibar etmeyiz deme cüretinin işi nerelere götüreceğini anlatmaya gerek var mıdır?
Hz. Peygamber (s.a.s.) sünneti devre dışı bırakıp “Bana Kur’an yeter.” diyen birtakım insanların türeyeceğini haber vermiştir. (Ebu Davud, Sünnet, 1.) Zamanımız da bu gaybi haberin gerçekleştiği bir dönem olarak tarihteki yerini alıyor. “Dine Kur’an’dan başka bir şeyi karıştırmamak” söylemiyle sünneti din dışında tutmak gerektiğini ileri sürenler, bir şekilde kendi görüşlerini dine sokuşturmak durumunda kalacaklardır. Nitekim Hindistan kökenli Kur’aniyyûn ekolü içinde, Çeklârevî ve Ahmedüddin gibi Kur’an’ı esas alarak ibadetleri yeniden şekillendirmeye kalkışanlar çıkmıştır. (Bkz. Abdülhamit Birışık, Kur’âniyyûn, TDVİA, XXVI, 428-429.) Aslında bu kaçınılmaz sonuç apaçık ortada iken “Kur’an bize yeter.” söylemini dillendirenlerin yapacakları bütün açıklama ve savunmalar samimiyetsiz ve takiyyeci nitelikte olacaktır.
Hz. Peygamber’den bin beş yüz yıl sonra gelenler onun sünnetine kelepçe vurma gayretini sergilerken kendilerini Kur’an üzerinde söz söyleme hakkına sahip görüyorlar. “Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme…” (Âl-i İmran, 3/8.)