Yöneticiliğini Kenan Levent’in yaptığı programda konuşmacılar Ramazan Yazçiçek ve Oktay Altın, müzakereciler ise Şuayp Mekeç ve Musa Üzer oldu.
Programın yöneticisi Kenan Levent konuşmacılara sözü vermeden, Kur’an ve Sünnet üzerinde fazlaca fikir üretildiğini, birçok tartışmaların ve ihtilafların ortaya çıktığını belirtip bu konulara yaklaşırken, bilgilenme, öğrenme ve sorunlara çözümler üretmede temel kaynağın Kur’an olması gerektiğini vurguladı. Levent devamında şunları ifade etti: “Hidayet kaynağı olan Kur’an anlaşılır bir kitaptır bununla birlikte Kur’an’ın inzalinden bugüne araya 1400 yıllık bir zaman girdi ve dilsel ve mekânsal farklılıkların oluşması sebebiyle Kur’an’ı anlamada bazı sorunlar ortaya çıktı. Kur’an’ı anlama meselesinde bazı yanlış yaklaşım biçimlerinin olduğunu görüyoruz. Bunlardan birincisi sadece meal ve Arapça sözlükler yardımıyla Kur’an’ı anlamaya çalışmak. Bu tutum sahipleri tarihsel müktesebatı es geçiyor. Diğer bir yanlış yaklaşım, Kur’an’ın anlaşılmayacağı yalnızca uzmanlar tarafından anlaşılacağı şeklindeki görüşle karşımıza çıkıyor. Kur’an’ın karşılaştırmalı meal çalışması ile temel mesajı anlaşılabilir. Fakat bazı konular uzmanlık gerektirir. Diğer bir yanlış yaklaşım ise atomik yani her ayeti ayrı ayrı, parçacı bir şekilde ele alan yaklaşım. Bu yaklaşımında sakıncaları olabiliyor. Bu noktada bütüncül bir perspektifin önemi belirginleşiyor.”
Ardından sözü alan Ramazan Yazçiçek, “Kur’an’a yaklaşılırken şu üç konuda özellikle hassas olunmalıdır. Birincisi medyatik kirli bilgiden uzak durulmalı. Namaz kılmayanlar namazın hangi dilde, Arapça ile mi Türkçe ile mi yoksa Farsça ile mi, kılınacağını soruyorlar. Kur’an, kelam-ı beşeri midir kelam-ı vahiy midir konusunda tereddüdü olanlar Kur’an hakkında ahkâm kesiyorlar. İkincisi kavramlar aslına rücu ettirilmeli. Kavramların içinin boşaltılması, anlam kayıplarının yaşanması gibi sıkıntıların önüne geçilmelidir. Üçüncü olarak da usul temel bir mesele olarak ele alınmalı. Usul es geçilirse yanlışlıklar ortaya çıkar, Kur’an’ı, ed-Din’i anlayamayız. Batı zihniyetinin asıl hedefi Müslümanlar arasında ihtilaf çıkartmak değildir, asıl hedef Kur’an üzerinde şüphe ve tahrif oluşturma, Rasul’ü (s) itibarsızlaştırmadır. Peki bu durum karşısında, ne yapmalıyız? Dini sahibinden yani Kur’an’dan öğrenmeliyiz. Kur’an’da bu hususta şöyle deniyor ‘Allah’a dininizi mi öğretiyorsunuz?’. Bu beyhude bir çabadır. Kur’an peygambere itaat edin diyor. Bugün dini, Kur’an’ın indiği ilk zeminden yani peygamberden öğrenmeliyiz. Peygambere itaat Kur’an’ın emridir. Bu hususta Oryantalistler kelimeleri manipüle ediyorlar ve diyorlar ki sünnet çok sonraki asırlarda kavramsal çerçeveye oturtuldu. Bu iddia yanlıştır. Sünnet kavramı ilk 30 yıl içerisinde kavramsal olarak oluşturuldu. Sünnetin tanımı hususunda ise İbn-i Teymiye’nin sünnet tanımını yeterli buluyorum. İbn-i Teymiyye’ye göre sünnet, Rasul’ün (s) ibadet olarak emrettikleridir. Burada ilk olarak ibadet ikinci olarak emir ifadelerindeki bağlayıcılığı görüyoruz.”
Oktay Altın Kur’an üzerinde bir tartışmanın olmadığını, Kur’an’ın kendisini dirileri korkutup uyandıran, adaleti sağlayan, müjdeleyen, hükmeden, öğüt veren bir kitap olarak tanıttığını belirtti. Altın “Kur’an okurken bizim zihnimizde canlanan şeyin ilk muhatap tarafından anlaşılan şeyle aynı olup olmaması önemli bir sorundur. Yani Kur’an’ı nasıl anlayacağız? Bu konu için geçmişte oluşturulan külliyatın önemli olduğunu düşünüyorum. Bu müktesebat bizim için bir avantajdır. Tabii ki her dönem kendi algısını yansıtır ve bu külliyat tek doğru, mutlak değildir, yanlışları da ihtiva eder. Nüzul sebeplerine dair rivayetleri bu hususta örnek olarak verebiliriz. Bir ayeti doğru anlamak için o ayetin nüzul sebebini bildiren rivayetlerden yararlanırız. Fakat bazen rivayetlerde sıkıntılar oluşabiliyor. Bir ayetin nüzul sebebi olarak birden fazla rivayet gelmiş olabiliyor ya da bir rivayet birden fazla ayetin nüzul sebebi olarak aktarılmış olabiliyor.
Tarihte Kur’an ve sünnet algısı ile ilgili iki sorun ortaya çıkmış. Bu sorunların ilki harfi okuma yani literal okumadır. İkincisi ise lafzı göz ardı eden batıni okumalardır. Felsefi batını tefsirler, İbn-i Sina, İhvanu-s Safa metinleri bu okuma biçimine örnek verilebilir. Bunlar bir sistem kurmuşlar ve Kur’an’ı o sisteme uydurmuşlardır. Bunun bir örneği de Hint bölgesinde ortaya çıkan Kuraniyyun hareketidir. Peki, biz nasıl bir okuma yöntemi kullanacağız? En doğrusu farklı okuma yöntemlerini bağlamsal olarak en doğru yerde kullanarak okumadır. Ancak kullandığımız yöntemlerin tek ve mutlak doğru olmadığını akıldan çıkarmamalıyız” diyerek sözlerine devam etti.
Oktay Altın sözlerine şu şekilde son verdi: “Rasul ’ün (s) konumu hususunda ayetler bizim ona itaat etmemizi emreder. Rasul (s) bizim için bir örneklik teşkil eder. Sünnet, hadis, haber, eser konularındaki tartışmalarda iki kesim ön plana çıkıyor. İlki hadis kaynakları tamamen doğrudur. Bu kaynaklarda tek bir yanlış yoktur. Din ilimdir, ilim sünnettir, sünnet hadistir anlayışı ile hareket edenler. İkincisi ise meseleye daha mutedil bir yaklaşım sergileyenler. Rivayetler değerlidir. Fakat rivayetlerin tamamı doğrudur anlayışı yanlıştır. Eksik olan metin tenkididir” diyerek sözlerini bitirdi.
Musa Üzer kabaca Türkiye’deki dini perspektifi 3 şekilde tasnif edebileceğimizi bunların ilkinin sufi, ikincisinin selefi ve sonuncusu da Kur’an çalışmaları yapan kesimler olarak isimlendirilebileceğini ifade etti ve sözlerine şöyle devam etti : “İlk iki yaklaşımı Kur’an ve sünnet algısı hususunda eleştirmek çok kolaydır. Fakat esas olarak bizim de içinde yer aldığımız Kuran çalışmaları yapan kesimlere eleştiri, uyarı ve nasihatte bulunmamız gerektiğini düşünüyorum. Çoğumuzun da içinde bulunduğu bu kesim 70’li 80’li yıllarda taklidi imandan tahkiki imana varma konusunda çabalar ortaya koydu, çok değerli kavram çalışmaları, tefsir ve konulu Kur’an çalışmaları yürütüldü. Fakat 30-40 yıl sonrahala 80’lerde, 90’larda tartışılan konu başlıklarını tekrar etmek, hatta bu tartışmaları geçmişten daha kötü bir üslupla ve bağnaz bir tarafgirlikle sürdürmek çok yanlıştır. Bu tutum geçmiş birikime, onca yapılan çalışmaya da haksızlıktır. Bu açıdan yeni bir merhale ve durum değerlendirmesine ihtiyaç var.”
Ardından Üzer: “Bir başka husus yine Türkiye’de egemen sistemin baskılarına, politikalarına rağmen ortaya çıkan dindar çevrelerdir. Bu müspet bir olgudur. Bu insanlar Kemalist Cumhuriyetin baskı, eğitim vs. tüm politikalarını reddederek bir tercihte bulunmuşlardır. Bu geniş İslami duyarlılık halkasınısahih bilgi açısından geliştirici bir dil üretilmesi gerekirken bu müspet hali olumsuz gösteren çevreler büyük bir yanlışa düşmektedirler.
Ramazan Yazçiçek’in de konuşmasın da değindiği medyatik bilgi kirliliğine sebep olan isimlerin Kur’an’daki Tağut kavramının yaşadığımız ülkedeki karşılığı olan tağuti Kemalist sistem hakkında tek bir şey söylediklerine şahit olmuyoruz.
Adeta bir “Kur’an tarikatı” görünümündeki bu tavır ve tutumlardan uzaklaşmak gerekir. Bu çevreler hegemonik kültürün hayatın her alanına sirayet ettiğini ıskalamaktadırlar. Nasıl bir dünyada ve nasıl bir hegemonya altında olduğumuzu gözden kaçırarak hayata bakan çevreler anakronik ve komik duruma düşüyorlar. Vahyi bilinci salt daraltılmış bazı meseleler hakkında tek bir görüşe sahip olmaya indirgeyen bakışaçısı siyasal, sosyal, kültürel, ekonomik, sanatsal, sportif, edebi hangi vasatta yaşadığımızı, nasıl olmamız gerektiğini bize dayatan hegemonyayı ıskalayarak hareket ederken daraltılmış meseleler hakkındaki kanaatlerini ise mutlaklaştırıyorlar. Ahlak, özgürlük, adalet, insan, aile, toplum, devlet, güzel, çirkin, anlamlı, anlamsız vs her değer alanının içeriğinin hegemonya tarafından doldurulduğu vasatta, bu gerçek göz ardı edilerek salt kavram, tefsir, meal çalışmaları yapma durumu gözden geçirilmelidir. Hayatı bütün üniteleri ile birlikte ele alacak vahyi perspektif ile dini “tartışılabilir olan”dan “yaşanılabilir olan” bir hale getirmeliyiz” diyerek sözlerine son verdi.
Müzakerelerden sonra konuşmacılar dinleyicilerin sorularına cevap verdiler ve program sona erdi.
Haber: Ömer Faruk Şeker
Fotoğraf: Afgani Türkmen