Rahman ve rahim olan yüce Allah’ın adıyla...
Allah’a hamd, resulüne selatu selam olsun.
Kur’an’ı anlamada usul yazı serimize devam ediyoruz. Bugünkü yazımızda Kur’an’ı anlamada belki en başa konulması gereken bir hususa dikkat çekmeye çalışacağız.
6-)Kur’an’ı anlamaya çalışırken onun indiği zamanı, zemini, hadiseyi, kısacası tarihsel durumunu göz önünde bulundurmak:
Vahyin indirilmesi, Allah’ın insana rahmet elini uzatması, ilminden, hikmetinden, adaletinden yararlandırması, insanların sorunlarını çözüp perspektif kazandırması ve böylelikle onları Dünya ve Ahiret mutluluğuna kavuşturması amacına dönüktür. Bu nedenle insanların işleri zorlaştıracak şekilde bütün sorunların çözümüne dönük paket bir program şeklinde topluca ve bir anda indirilmediği gibi, soyut ve bilinmeyen bir ortama da indirilmemiştir. Aksine insanların ihtiyaçlarının olduğu zaman ve zeminlerde indirilmiştir. Bu nedenle vahyi anlamaya çalışırken indiği bağlamı dikkate almadan, yapılacak okumaların başarısızlığa mahkûm olması kaçınılmazdır. Nitekim bu tür okumaların nice fert ve topluluğu zahiren samimi gibi gözükmelerine karşın çok kötü noktalara savurduğu ortadır. Örneğin; İslam’ın, köleliği ortadan kaldırmaya dönük devlete ve fertlere çok ciddi teşviklerde bulunduğu ve kölelik halini kurtulması gereken bir durum olarak ortaya koyduğu açıktır. Buna rağmen, bugün DAİŞ köleliliği tekrar hortlatmaya çalışıyorsa ve bunu Resulullah’ın sünnetinin ihyası olarak görüyorsa, bunun sebebi Kur’an’ı nüzul bağlamından kopartarak okumasından ve bugünün dünyasında yaşamamasındandır.
Kur’an’ın nüzul ortamını dikkate almadan yapılacak okumaların insanları götürdüğü yanlışlara dönük başka bazı misaller verelim... Örneğin; Kur’an’ın nüzul bağlamını ve o günkü tarihsel şartları göz önünde bulundurmadan yapılacak parçacı okumaların sonucunda Hıristiyanları bize toleranslı en yakınlarımız olarak da, savaşılması gereken baş düşmanlarımız olarak da görebiliriz. (Zira bu iki duruma da işaret ettiği sanılacak ayetlere rastlamak mümkün (9/29; 5/82)). Gerçekte ise, kategorik olarak Hıristiyanların tümü bize toleranslı en yakınlarımız olmadıkları gibi, öldürülmeleri veya cizye vermeleri için kendileriyle savaşılacak insanlar da değildirler. Tersine onlara dönük bu bildirimler ancak bağlamları içinde değerlendirildiğinde sağlıklı bir sonuca gidilebilinecektir. Aynı durum müşrikler için de söz konusudur. Bağlamından kopuk okumalara göre müşriklerle yapılan anlaşmaların (Mescid-i Haram’ın yanında yapılan antlaşmalar hariç ) müslümanların yanında bir değeri yoktur (9/7). Hâlbuki bağlamı dikkate alındığında, bu ifadelerin yaptıkları antlaşmalara riayet etmeyen belirli müşrik gruplara dönük olduğu görülecektir. Nitekim bu ayetin sonunda (9/7), Harem’in yanında anlaşma yapıp bu ahitlerine sadık kalanlar istisna edildiği gibi, başka bir ayette (9/4) ise ahitlerine uygun davranan her müşrik grup istisna edilmektedir.
Aynı şekilde ayetleri bağlamından bağımsız değerlendirdiğimizde Müşrikler, Hıristiyanlar, Yahudilerle İslam’ı kabul etmedikleri için savaşmak zorunda olduğumuz gibi yanlış bir algıya kapılabiliriz. Hâlbuki bağlamı içinde ayetler değerlendirildiğinde, inanç farklılığından dolayı savaşın emredilmediğini ve hatta müşriklerin fakirlerine yardıma izin verildiğini (60/8) ve mazlumlarına da yardımın emredildiğini görürüz( 4/75; 9/6). Kendileriyle savaşılmasının emredildiği kimselerin ise farklı inanç sahipleri değil, Müslümanlara veya mazlumlara (dini ne olursa olsun) saldıranlar, onları yurtlarından çıkaranlar, yaptıkları barış antlaşmalarına uymayarak Müslümanları veya mazlumları katledenler, ahitlerine uymayarak yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar olduğu fark edilecektir (60/8, 9). Öyle ki; bu zulmü ve bozgunculuğu bir kısım Müslümanlar dahi yapsa, diğer Müslümanlar o bozgunculuğa meyleden Müslümanlarla Allah’ın emrine dönünceye kadar cihad yapmakla sorumlu tutulmuşlardır (49/9).
Tarihsel bağlamdan kopuk okumaların, insanları nereye savuracağına dair ilginç bir örnek olarak şu ayetlere de bakılabilinir: “Onların (Kitab Ehli’nin) hepsi bir değildir. Kitab Ehli içinde, gece saatlerinde ayakta duran, secdeye kapanarak Allah'ın âyetlerini okuyan bir topluluk da vardır. Onlar, Allah'a ve ahiret gününe inanırlar. İyiliği emrederler. Kötülükten men ederler, hayır işlerinde birbirleriyle yarışırlar. İşte onlar salihlerdendir. Onlar ne hayır işlerlerse karşılıksız bırakılmayacaklardır. Allah, kendisine karşı gelmekten sakınanları bilir.” (3/113-115). Bu ayetlerden hareketle bazıları, Kitab Ehli’nin içinde eski dininde kalmaya devam etmesine karşın samimi müminler olduğu, aynı şekilde bu gün de Hıristiyan ve Yahudilerin içinde böyle değerli müminlerin olduğu gibi bir yanlış anlayışa savrulmuşlardır. Hâlbuki Allah Yahudilerden de (7/157), Hıristiyanlardan da (61/6) Hz. Muhammed’e iman edeceklerine dair peygamberleri aracılığıyla söz almasına, onların da kendilerine geldiğinde Hz. Muhammed’i çocuklarını tanıdıkları gibi tanımalarına (2/45, 46) ve buna karşın bile bile imandan yüz çevirmelerine rağmen (2/75-82) Yüce Allah’ın yanında onların nasıl bir değeri olabilirdi? Gerçekte ise bu hitaplar Ehl-i Kitab’dan samimi olup bu samimiyetlerini vahiyle karşılaşınca hemen iman ederek gösteren, Abdullah Bin Selam gibi yiğitlere dönüktü ve onların tavırlarını tablolaştırıyordu. (Şu ayetlerde bu daha net gözükmektedir: 5/82-85). Ama bağlamından kopuk ve Kur’an’ın bütünlüğünden uzak bir şekilde meseleyi değerlendiren insanlarımız, ayetleri hiç anlaşılamayacak bir şekilde değerlendirme yanlışına düşebiliyorlardı.
Bağlamdan kopuk değerlendirmelerin olumsuz yansımaları sadece gayrimüslimlere değil, müslümanların yanlış değerlendirilmelerine de yansıdığı ve yansıyacağı açıktır. Nitekim bazı ayetlerin yüzeysel ve bağlamından kopuk olarak değerlendirilmelerinden dolayı tekfirciliğin yaygınlaştığını söylemek mümkündür. Tağuta muhakeme olma olayını konu edinen ayetlerden hareketle (4/60-65) bir kısım Müslümanın diğer Müminleri nasıl tekfir ettiği bilinen bir yanlışlıktır. Hâlbuki tekfir olayının hak edilmesi için, her şeyden önce muhakeme eden ve takdir ettiği şeyin gereğini yerine getirme gücüne sahip olan İslami bir otoritenin olması gerektiği açıktır. Ama yaşadığımız toplumumuzda böylesine bir durum söz konusu olmadığı halde, hakkını korumak için mahkemeye başvurmak zorunda kalanların tekfir edilmesi gibi apaçık bir zulme ve yanlışa düşülebilinmektedir.
Aynı yanlış anlama ve değerlendirmelere, buna benzer konular ve ayetlerde de düşülmektedir. Bu yanlış anlamalardan hareketle bugünkü şartlarda krediye bulaşanların Allah ve Resul’üne savaş açtıkları, cihad etmeyenlerin Müslüman olmadıkları, hadleri uygulamayanların kâfir ve İslam düşmanı olduklar gibi hikmetten uzak noktalara düşülmektedir. Buna benzer hikmetsiz değerlendirmelerle Hamas, Nahda, İhvan gibi Müslüman grupların en hayırlıları bile tekfir edilmekten kurtulamamaktadır. Hâlbuki Peygamber (s.a.v.)’in döneminde yaşayan sahabenin niceleri cihad etme durumları olmadan, hicret etmeden, hadleri gerektiren suçlara had cezası uygulama imkânı bulamadan, başörtülerini tesettür emrine uygun bağlamadan, içkiyi bırakmadan, faizli işlemlerden tamamen vazgeçmeden vefat ederek rablerine kavuşmuşlardır. Öyleyse bu durumda cihad etmeyenlerin Müslüman olmadıklarını ifade eden ayetleri (9/44, 45) nasıl anlamalıyız? Elbette tarihsel bağlamı içinde bakıldığında bu ayetlerin, cihad etme imkânı ve sorumluluğu oluştuğunda ve tüm Müslümanların cihada zorunlu olarak katılmaları istendiğinde, ciddi ve geçerli bir mazereti olmadan cihattan geri kalanların durumuna işaret ettiğini görebiliriz. Benzer durumlar diğer konular için de geçerlidir.
Bu nedenlerle vahyin indiği tarihsel ortamı dikkate almadan, vahyi doğru bir şekilde anlama imkânının olmadığını asla gözden kaçırmamalıyız. Bu durum vahyin hâşâ geçerliliğini yitirdiği gibi çok yanlış bir düşünceye bizi sevk etmemelidir. Dikkat çekmeye çalıştığımız şey vahyin zaman, zemin, olaylar ve ortamdan bağımsız anlaşılamayacağıdır. Bu tarihsel koşullara dikkat ederek, vahyin bize verdiği mesajı doğru bir şekilde anlamayı başarmalıyız. Bunda sonra, o mesajın/emrin rehberliğinde vahyin o şartlarda gerçekleştirdiği adaleti, merhameti, paylaşımı, refahı ve barışı bugünkü şartlarda da sağlayacak şekilde, vahyi hikmetle hayatla buluşturabilmeliyiz. Bunu gerçekleştirdiğimizde peygamberlerin günümüz temsilcileri ve Kur’an’ın canlı şahitleri olma imkânını bulacağız. Aksi durumda Boko Haram, DAİŞ gibi İslam adına ortaya çıkılsa bile pratik ve tutumları itibariyle ilim, hikmet ve rahmetten uzak cahili portreler oluşacak, Nurun değil Zulümatın yayıcıları olma durumuna düşülecektir.
Sözlerimizin sonu Allah’a hamddır. Rabbimizden yanlış ve eksiklerimiz için bağışlanma talep ederiz.