Küme Düş(ürül)menin Fazileti

KENAN ALPAY

Türkiye’deki Batıcı aydınların ama özellikle de liberal sıfatlı aydınların ‘ev zencisi’ modundaki psikolojileri o kadar saplantılı ve tehdit edici bir hal aldı ki insan “bu kronik sorunun çözümü için nasıl bir acil müdahale gerekiyor acaba?” sorusunu sormadan edemiyor.

Özellikle Cumhuriyet döneminde Batıcı aydınların ürettiği sorunlar aslında Malcolm X’in tasvir ettiği ‘ev zencisi’ kompleksinin çok daha ötesinde seyrediyor. Ama işin daha da sıkıntılı olan yanı şöyle: Türkiye’nin toplumsal gerçekliğine ve siyasal temsiliyetine karşı sergilenen Batı adına terbiye etme, teftiş etme ve hesaba çekme inadı söz konusu aydın sınıfında azalmak yerine giderek yükseliyor.

Diktatör ve Hırsızsın Ulan!

Siyaset ve toplum rotası ve çerçevesi Batıcı aydınlar marifetiyle çizilen aydınlanma-ilerleme dayatmasına direnip kendine özgü usul ve üslubuyla yol almaya çalıştıkça mütemadiyen gerilim üreten mekanizmalar hızla devreye giriyor.

Zaten Tek Parti Dönemi ve bütün darbe süreçleri bütünüyle devleti merkeze alan kurum ve aktörler eliyle yürürlüğe sokulan gerilim üreten mekanizmalar üzerinden yükseltilmemiş miydi? Fakat şimdi içinde bulunmuş olduğumuz zemin her ne kadar kökleri derinlere giden sarsıcı ve kuşatıcı travmalarla yıpratılmış olsa da artık toplum ve siyaset eskisi kadar güçsüz ve çaresiz değil.

Çok şükür ki geldiğimiz aşamada Batıcı aydınların zannettiği ve resmettiği kadar güçsüz ve çaresiz bir toplumsal ve siyasal irade yok artık. Tersine hadım etmek istedikleri, güçsüz ve çaresiz bırakmayı hedefledikleri, kendilerine mecbur ve mahkûm zannettikleri geniş toplum kesimleri asırlık dayatmalara artık iyiden iyiye ‘başkaldırıyor’. Üstelik hem laik-ulus devletin hem de seküler-Batıcı aydınların sömürgeciliğe hizmet eden hegemonyasına karşı alternatif bir çıkış üretmenin imkânlarını zorluyor.

28 Şubat sürecini atlatan, Ergenekon ve Balyoz davalarını yürüten toplumsal ve siyasal irade Gezi Ruhu’na, 17 Aralık Operasyonuna veya liberal espiyonaj ve tehditlere neden pabuç bıraksın ki? Devlet sınıfları tarafından öteden beri ezilip horlananların terbiye olmaya razı olmasını, beyaz bayrak çekmeye ikna olmasını beklemenin makul bir yönü görünmüyor oysa.  

Köprünün altından çok ama çok sular aktı. Artık eskisi gibi toplumsal algıyı yönetmek, psikolojik savaş teknikleriyle kronik gerilim alanlarını çatıştırmaya dönüştürmek, AB ve ABD’den tercüme edilen itibarsızlaştırma ve yalnızlaştırma haberleriyle medya üzerinden siyasal ameliyatlara girişebilmek o kadar da etkili ve belirleyici olamıyor. Askeri ve siyasi hegemonyaları zayıfladığı için diplomatik ve iktisadi hegemonyaları gibi entelektüel zeminde de önce etkilerini sonra da yerlerde sürünen itibarlarını hepten kaybediyorlar.

Fazla gerilere gitmeye hiç gerek yok. En son süreci göz önünde bulundurup şöyle bir düşünelim: Siyaset ve toplum bütün çelişki ve terbiye dışılıkları kuşanmış haliyle saldırganlaşan aydın mantığı ve söylemine teslim olsaydı akıbetimiz ne olurdu?

Bürokrasi ve sermaye oligarşisinin başat unsurlarıyla ‘çevrecilik ve şeffaf toplum’ maskesi takarak safları sıklaştıran çok renkli ve çok sesli cephenin ortak paydası şuydu: AB ve ABD’yle ayrışan, İsrail’le gerginleşen, İslam coğrafyasında despotik iktidarlara karşı İslami hareketlerin yanında duran, Kemalist ve lümpen gençlik siyasetine karşı ‘dindar nesil’ tercihiyle çıkan, seküler ve liberal aydınların tasallutuna boyun eğmeyip toplumsal talepleri önceleyen Başbakan Erdoğan ve Hükümetini iktidardan düşürmek.

Kamplaşmayı bitirmek, gerilimi düşürmek, siyasete istikrar kazandırmak, laiklik prensibini tekrar eski kudretli günlerine döndürmek ve Türkiye’yi uluslararası arenada eski edilgen rotasına oturtmak olarak özetlenebilecek hedeflerin elde edilememiş olması kimlere fayda, kimlere zarar getirmektedir, besbelli değil mi?

Analiz ve Raporlar Adına!

İşte bu sebeple “muhafazakârlığı terk edip İslamcılıkta karar kılma suçu” isnat ettikleri Başbakan Erdoğan’ı yıpratıp iktidardan düşürmek üzere Fethullah Gülen Cemaati de dâhil her türden aktöre ‘fırsatın kazası olmaz’ ihtirasıyla sarılmakta bir beis görmediler.

Suriye halkının katili Beşşar Esed’in ya da onun profesyonel sözcüleri tarafından dile getirilen iftiralara dahi sarılmakta hiç tereddüt etmediler. Mısır’daki Sisi cuntasının döktüğü kanla hem Müslüman Kardeşler’le hem de ona sahip çıkmaya çalışan Başbakan Erdoğan’la hesaplaşmayı onurlu bir misyon addettiler.

İsrail’in güvenliği namına Orta Doğu siyasetinde zalim statükoya karşı sergilenen insani-ahlaki siyaseti savaş ve katliamların biricik sebebi saydılar. Her kim Başbakan Erdoğan veya Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun aleyhine söz söylediyse ona tarafsız gözlemci ve tespitleri tartışılmaz otorite muamelesi yapmak için yarışa giriştiler.

30 Mart seçimlerinde bütün iddialarıyla birlikte rezil olanlar, bütün kehanetleriyle birlikte çökenler hiç sıkılıp utanmadan en son olarak Almanya Cumhurbaşkanı Joachim Gauck’un sömürge valisi edasıyla iktidar için umutlanmaya başladılar. Toplumsal ve ahlaki meşruiyetten nasipsiz olanlar Gauck’u siyasal bir fenomene dönüştürmekle hem siyasal hem de entelektüel zeminde ne kadar derin bir acze saplandıklarını deklare ediyorlardı aslında.

Nihayet merkezi Washington’da bulunan Freedom House (Özgürlük Evi) tarafından yayınlanan rapora tutunarak ‘basın özgürlüğü’ konusunda Türkiye’ye AB ve ABD tarafından ‘küme düşürülmesi’ diye yeni bir eğlence ve umut ihdas edildi. Oysa sömürgeciler ve işbirlikçileri eliyle meşru bir Hükümete şike dâhil her türlü kirli operasyonu devreye sokarak “küme düşürmeyi” fazilet addeden zavallı aydın ve siyasetçilerin arasında yaşamaya mecbur olmak ne kadar da sıkıcı.