Kültürel iktidar nedir?

Savaş Ş. Barkçin çok fazla kullanılmasına karşın mahiyeti hakkında etraflıca tartışmaların yapılmayan bir kavramı analiz ediyor.

Savaş Ş. Barkçin / Cins

Kültürel iktidar

Son zamanlarda ortaya yeni bir laf atıldı: kültürel iktidar. Bunun aslı nedir, faslı nedir, doğru mudur, yanlış mıdır, tam mıdır, eksik midir soran yok. Her zamanki gibi az buçuk okumuş birileri bir kavram bulup onu siyasi polemiğe alet ediyorlar. Tepedekiler böyle deyince alttakiler de bilmeden anlamadan aynı şeyi tekrarlayıp duruyorlar. Zaten partiler ne düşünce, ne ilim, ne irfan, ne kültür, ne de ahlâk ocağıdır. Kültürden bahsediyorlarsa gerçekten kastettikleri için değildir. Çünkü ucunda çıkar ve güç olmayan hiçbir şeyin hiçbir parti söyleminde yeri yoktur. Böyle yeni bir söz ile ya mevcut büyük sorunları gizlerler, ya da yapacakları bir manevraya kılıf hazırlarlar. Kısacası partilerin gündemi onlara için bir kâr aracı, halk içinse bir tuzaktır. O gündemin gerçek bir yanı olsa bile...

Bu “kültürel iktidar” lâfını edenlere göre muhafazakârlar siyasi ve ekonomik güce kavuşmuşlar amma velâkin kültürel güçleri hâlâ yokmuş. Kültürde hâlâ köşe başlarını yerli ve milli olmayanlar tutuyormuş. Bunun gibi söylemleri işitince önce durup kendimize bazı sorular sormalıyız: Bu sözlerin anlamı ne? Bu sözler doğru mu? Bu sözler samimiyetle mi söylendi? Yani, bu sözleri söyleyenler doğru mu? Bu sözler neden söylendi? Bu sözler niçin şimdi söylendi? Eğer bu soruları dürüst bir şekilde cevaplamaya başlarsanız kültürel iktidar sözünün samimiyete dayanmadığını anlarsınız.

O halde “kültürel iktidar” ne demek? Önce “kültür” kavramına bakalım. Bu kavramın aslı Latince “colere” yani “ekip biçmek, ziraat yapmak” fiilinden gelir. “Koloni” de aynı kökten gelir zira koloniler tarım yapmak için işgal edilen topraklardır. Kendini yetiştirmiş, okuyup-yazan, oturmasını-kalkmasını bilen kişiye İngilizce “cultivated,” Fransızca’da ise “cultivé” denir ki her ikisi de “ekilmiş, biçilmiş” demektir. “Kültür” o hâlde bir insanın veya bir toplumun işlenmesi, verimli ve üretken hâle gelmesini ifade eder. “Medeniyet” kavramı gibi “kültür” kavramı da önce kişiler, daha sonra toplumlar için kullanılmıştır. Her iki kavram da sorunlu, çelişkili, yanıltıcı kavramlardır.

Aynen medeniyet gibi kültür kavramı da yakın zamanlara kadar Batı’yı üstün göstermek için kullanıldı. İki asır evvel Osmanlılar bu kavramları böyle kabul edince büyük gol yediler. Çünkü birisinin üstünlük iddiasını baştan kabul etmek baştan maraba olmak demektir. Üstelik karşı taraf tek kuruş masraf etmeden, bir mermi sıkmadan... 19. asrın ortasından itibaren Osmanlı her alanda, her konuda kendini edilgen hatta giderek zavallı görmeye başladı. Kendine ait olan her şey aşağıydı, Batılı olan her şey ise üstündü. Osmanlılar o yüzden Batı’nın kendilerine verdiği her ismi ve sıfatı kabul etmeye başladılar. Batılılar bizimkilere “Orient” yani “Şark” dediler diye onlar da kendilerine “Şark” dediler. Batılılar Osmanlı coğrafyasına “Middle East” dediler diye onlar da kendi mahallelerine “Orta Şark” demeye başladılar. O yüzden Batı kültürü de bir seçim, bir tercih, bir sentez üzerinden alınmadı, bir kompleksle alındı.

“Kültürel iktidar” kavramının ikinci kelimesi olan “iktidar,” “kudrete sahip olmak” anlamındadır. “Kudret” kelimesi esasında “güç” demek. “Kuvvet” de güç demek. Peki kuvvet ve kudret arasındaki fark ne? Kudret potansiyel güç, kuvvet ise kinetik güçtür. Yani kudret gizil güç, kuvvet ise açığa çıkmış güçtür. Kudrete sahip olunca artık kuvvete de sahip olursunuz. “Kudret” kelimesiyle aynı kökten gelen “iktidar” kavramı daha çok siyasi anlamda kullanılır. Bu anlamda iktidar; yönetme, yürütme, kontrol, cezalandırma ve ödüllendirme gücünü elinde bulundurmak demektir. İktidar sadece siyasi gücün değil hukuki, ekonomik ve kültürel gücün de dağıtımını yapar.

Bizde eskiden muhafazakârlar için “hükümet oldu ama iktidar olamadı” denilirdi. Doğruydu. Kemalist rejim ne kadar yüksek oyla işbaşına gelirse gelsin muhafazakâr hükümetlere biraz kuvvet ama sıfır kudret veriyordu. Yani oyunun kurallarını koydurmuyor, bozdurmuyor, oyun kurdurmuyor, yalnızca kendi oyununda onlara küçük bir rol biçiyordu. O rolle yetinmeyen muhafazakârlar hükümetten, bürokrasiden, belediyeden alaşağı ediliyordu.

“Kültürel iktidar” kavramı aslında “cultural hegemony” kavramının bir tercümesi... Tabii ki “hegemony” kelimesinin karşılığı “iktidar” değil “tahakküm”dür. “Kültürel iktidar” kavramı 19. asrın ortasından itibaren Osmanlı her alanda, her konuda kendini edilgen hatta giderek zavallı görmeye başladı. Kendine ait olan her şey aşağıydı, Batılı olan her şey ise üstündü. Osmanlılar o yüzden Batı’nın kendilerine verdiği her ismi ve sıfatı kabul etmeye başladılar. Marksist bir kavramdır. Çünkü Marks’ın üç vakte kadar dediği işçi devrimi Avrupa’nın hiçbir yerinde gerçekleşmedi. Bir kısım Marksistler bu başarısızlığı kapitalizmin kendini değiştirme kabiliyetine, bir kısmı kapitalizmin sosyal devlete evrilmesine bağladılar. Bir kısmı ise güzellikle devrim olmuyorsa zorla yapmak gerektiğini söylediler. İlk kesim revizyonizme, ikinci kesim sosyal demokrasiye, üçüncü kesim ise Sovyetler ve Çin gibi parti diktatörlüğüne kaydı. Fakat bütün bu hareketlerde kültür sınıf mücadelesinin belirleyici bir etmeni değildi. Zira klasik Marksist öğretiye göre kültür, din ve ideoloji gibi üstyapıya dâhildir. Yani maddî gücü belirleyenler değil maddî güç tarafından belirlenenler kategorisine...

Yeni Marksistler kapitalizmin direncinin asıl sebebinin kültür olduğuna dikkat çektiler. Bunlar arasında İtalyan Komünist Partisi lideri ve düşünür Gramsci ve Althusser önde gelir. Bunlar sınıf mücadelesinde kültürü de bir güç alanı olarak tanımlarlar. Kilise, aile, okul gibi kültür kurumlarının kapitalist düzeni meşrulaştırmadaki önemine dair Gramsci’nin tezi bu bağlamda anlamlıdır.

Peki siyaset, ekonomi veya kültür alanında olsun tahakküm nasıl tezahür eder? Şu aşamalardan bahsedebiliriz: görünürlük, etkililik, etkinlik, yönlendirme, yöneltme, yönetme, belirleyicilik, kontrol etme ve mutlak tahakküm... Her devlet kendi makbul ve meşru saydığı ideolojinin toplumda egemen olması için kültürü ve sanatı kullanır. Bizdeki tek parti düzeninde ve Sovyetler gibi despot devletlerde kültür, propaganda ve endoktrinasyon yapısının odağıdır. Okullar, üniversiteler, müzeler, konservatuarlar, halkevleri, köy enstitüleri, gençlik örgütlenmeleri bu hedefin araçlarıdır. Bu tür devletlerde kültür politikalarını planlama ve uygulama tekeli devlete aittir. Kültürün finansmanı tek elden devletçe karşılanır. Devletin şairleri, yazarları, bestecileri, ressamları, heykeltraşları, eleştirmenleri vardır. Makbul ve meşru görülen türler, kişiler ve tarzlar haricindeki muhalif kişiler bastırılır, hapse atılır, sürgüne gönderilir, öldürülür. Eserleri yasaklanır.

Bu katılık despot rejimleri güçlendirir gibi görünse de uzun vadede onları zayıflatır. Çünkü ceberut rejimlerin tahakkümü arttıkça halkla olan irtibatları azalır. Siyasi alanda olduğu gibi kültür alanında da toplumsal dinamizmi sezemez ve dolayısıyla yönetemezler. Nitekim bizdeki tek parti rejimi yaklaşık 30 sene sürdü. Tarihin gördüğü en ceberut imparatorluk olan Sovyetler ise ancak 70 sene yaşayabildi. Sert görünen rejimlerin karnı yumuşaktır. Yumuşak görünen rejimlerin ise karnı serttir. Bu bana otomobiller ilk icat edildiğinde kullanılan tekerleri hatırlattı. Arabalarda ilk başlarda dayanıklıdır diye çelikten teker kullanmışlar. Bakmışlar ki en güçlü metal olarak gördükleri çelik yollardaki taştan çakıldan kırılıp gidiyor. Sonra akıllarına kauçuktan teker yapmak gelmiş. Bugünkü teker teknolojisi böyle gelişmiş. Bu mecazdan hareket edersek üzerinde hareket ettiği halkın şartlarını kavrayamayacak kadar sert rejimler en kırılgan rejimlerdir.

Bu kötü örneklere bakıp da Batılı liberal devletlerin masum olduğunu sanmayalım. Onlarda da kültürel tahakküm vardır. Onlarda da makbul ve meşru kültür ayrımları vardır. Fakat bunları davul zurnayla ilan etmezler. Örtük stratejilerle ve kurnazca yaparlar. Bunu dayatma görüntüsünden ziyade açıklık görüntüsü vererek yaparlar. Bu açıklık muktedirlere zarar vermez. Zira muhalif veya farklı seslere kontrollü bir hayat alanı verirler. Kültür işinde devlet ana aktör değildir. Çünkü devletin kontrolünü elinde tutan sermaye gücü aynı zamanda kültür alanını da kontrol eder. Sermaye gücü makbul gördükleri kurumları ve kişileri fonlayarak kültür alanını yönlendirir. Büyük sermaye tarafından desteklenen ana akım kültür ve sanat kurumları bir çekim merkezi oluştururlar. Ana akım dışında kalan farklı kültür çeşitleri ve odakları belli bir güce eriştiğinde o merkeze çekilir ve sisteme eklemlenirler. ABD ve Avrupa’da 1970’lerden sonra ortaya çıkan “çokkültürlülük, çevrecilik, kimlik siyaseti” gibi hareketlerin hâkim söyleme eklemlenme sürecini hatırlayalım. O dönemin muhalif kültür akımları bugünün kültürel standardını oluşturuyorlar.

Bizde ortaya atılan “kültürel iktidar” kavramının bu felsefî ve tarihî arka planla bir ilgisi yok elbette. Bugün ülkemizde “kültürel iktidar”ın muhafazakârların eline geçmesi gerektiğini söyleyenler, bunu kültüre çok önem verdikleri için, farklı bir kültür uyanışı içinde oldukları için veya kültürde yeni, çekici ve evrensel bir birikim oluşturdukları için yapmıyorlar. Toplumu kamu kurumları, kaynakları ve politikaları üzerinden başka bir güdüleme sürecine sokmayı amaçlıyorlar. Kitleleri parti ideolojisinin neferleri hâline getirmeye çalışıyorlar. Bu yüzden siyasette ve bürokraside olduğu gibi kültür ve sanat alanında da liyakatten ziyade sadakata önem veriyorlar. Çünkü her ceberut anlayış kendisi olan insanlara değil ne isterse öyle olan neferlere yaslanır. İnsan engindir, akışkandır, değişkendir, kontrol edilmesi zordur. Nefer ise emirle hareket eder, nereye dersen oraya gider. Gücü kutsallaştıran bu anlayışa göre kültürün kendisinin bir değeri yoktur, ancak gücün bir aracı olması bakımından değeri vardır. Bu anlayışın Kemalizmin sisteminden ne farkı var?

“Kültürel iktidar” kavramı esasında Marksist bir kavramdır. Çünkü Marks’ın üç vakte kadar dediği işçi devrimi Avrupa’nın hiçbir yerinde gerçekleşmedi.

Peki ülkemizde Batıcılar’ın kültür ve sanat alanında iktidarı ellerinde tuttuğu doğru değil mi? Elbette. Tek Parti döneminden sonra Batıcılar’ın elinde tuttuğu devlet ve devletin beslediği büyük sermaye kültür ve sanat kurumlarına, insanlarına ve faaliyetlerine destek oldu. “Çağdaş” kültür parlatıldı, Batılı kültür makbul ve meşru kültür olarak benimsetilmeye çalışıldı. Hem resmi, hem özel okullar, konservatuarlar, tiyatrolar, radyolar ve televizyonlar Batıcı anlayışla çalıştı. Devlet katında makbul olmayan her kültür faaliyeti ve kültür insanı dışlandı veya yasaklandı. Bugün hâlâ bu egemen yapıların belirlediği kültürel akım, söylem, etkinlik ve öğreti ortamında yaşıyoruz. Düşünün, bu memlekette hâlâ kendi müziğine hakaret ederek Batı müziğini yüceltmeye çalışanlar var.

Elbette bu kültürel tahakküme râzı olmamamız gerekir. Bu kapandan çıkmak için bir yol bulmalıyız ama rövanşist bir mantıkla değil. Kültürü bir propaganda aracına dönüştürerek hiç değil. Dünyaya söz söyleyebilecek, dünya için bir cazibe merkezi olacak bir kültür ancak kaliteyi, niteliği ve kişiliği önceleyerek oluşabilir. Saygın bir gelecek ancak böyle inşa edilebilir.

Kültür Sanat Haberleri

Bilgi, inanç ve eyleme yönelik bir ömür çaba: Sezai Karakoç
Genç Birikim dergisinin Kasım 2024 sayısı çıktı
Umran dergisinin 363. sayısı çıktı!
Dava ahlakına sahip bir Müslüman: Sezai Karakoç
Genç Birikim dergisinin Ekim 2024 (268'inci) sayısı çıktı