Turgay Yerlikaya / STAR Açık Görüş
İtalyan düşünür Antonio Gramsci’nin “hegemonya” kavramı kültür ve iktidar arasındaki ilişkinin ayrıntılarını göstermesi açısından analitik bir çerçeve sunmaktadır. Gramsci klasik Marksist yaklaşımın savunduğu egemen sınıfın kendi hakimiyetini tesis etmesinin baskı ile mümkün olabileceği varsayımını eleştirmiş ve kültür-iktidar ilişkisinin daha karmaşık boyutları olduğunu savunmuştur. Gramsci’ye göre hakim sınıfın iktidarını sürdürebilmesi baskı araçla-rının aksine sivil toplumun alanına tekabül eden ideolojik araçlarla mümkün olabilmektedir. Nitekim toplumsal alanın bütününe nüfuz etmek anlamına gelen hegemonya, hakim sınıfın herhangi bir baskı aracına başvurmaksızın üretilen düşünce ve siyaset tarzlarının hakim sınıf dışındakilerce içselleştirilme-si olarak yorumlanmıştır. Bu yönüyle hegemonya tesis eden hakim sınıf zordan (tecebbür) ziyade ikna yoluna başvurmakta ve kitlelerde bu yönde bir bilinç oluşturarak kendi sınıfsal üstünlüğünü tesis etmekte ve süreç içerisinde hegemonyasını aynı araçlarla yeniden üretebilmektedir.
Son günlerde yeniden gündeme gelen kültürel iktidar tartışmaları da Gramsci’nin ortaya koyduğu perspektiften ele alındığında konunun ikili bir çer-çeve ile değerlendirilmesi mümkün gözükmektedir. İlk evrede Gramsci’nin hegemonyanın tesisi anlamında ortaya koyduğu görüşler Erken Cumhuri-yet’ten bu yana kültür politikalarının etkisini açıklamakta yetersiz kalmaktadır. Nitekim Türkiye siyasi tarihinde devletin baskı aygıtlarını kullanmak suretiyle radikal modernleşme arayışında olan siyasi elitlerin halktaki karşılığı beklendiği ölçüde olmamıştır. Devlet imkanları ile yeni bir toplum inşası-nın Fransız tecrübesinden hareketle gerçekleştirilmeye çalışılması, rıza üretiminin tesisinde istenilen sonucu yaratamamıştır. Söz konusu politikalar her ne kadar bazı kesimler tarafından kabul görse de hiçbir zaman halkın bütününü kapsayacak bir genişliğe ulaşamamıştır. Özellikle kılık kıyafet düzenlemesi ve harf devrimi ile kopuş arzulamanın rıza üretmekten ziyade geniş halk kitlelerini bölecek bir siyaset tarzına evrildiğine şahit olunmuştur. Merkez-çevre ya da laik-dindar ayrımından hareketle ortaya çıkan toplumsal yapı Türkiye tarihinde belirgin bir yer işgal etmiş ve son dönemde de Türkiye ikili bir toplumsal yapı özelliği göstermiştir. Bu nedenle siyasete ve bürokrasiye hakim olan yönetici elitin kendi siyaset, sanat ve yaşam tarzını baskı kullanmak suretiyle kabul ettirmeye çalışması hiçbir zaman bir konsensüse ulaşamamıştır. Bu durum sadece elit ve halk arasında bir ayrımdan ziyade daha geniş bir ölçekte laik-dindar gibi bir ayrımı ortaya çıkartmış ve bu ayrım gün geçtikçe daha fazla görünür olmuştur. Kültürel merkezi oluşturan elit ve toplumsal kesimlerin çevre unsurları ile sinema, edebiyat ve kültür alanında daha fazla karşılaşıyor olmaları, kültürel iktidar olarak ifade edilen olgunun somut olarak gözlemlenmesine yardımcı olmaktadır.
İkinci evre ise kendi kültür ve düşünce dünyasını hegemonize etmek isteyen grupların devamlı bir mücadele içerisinde oldukları ve bu mücadelenin uzun vadede bir kazananının olmadığı gerçeğidir. Son dönemdeki önemli yanılgılardan biri de hegemonya tesisinin devlet eliyle mümkün olabileceği ve bu durumun da açık biçimde sivil toplumun dışına taşması riskinin bulunuyor oluşudur. Halbuki hegemonya tesisi devlet ve siyasal partilerin alanından ziyade gazete, yayınevi, kültür tartışmalarını yürüten mecralar ve bir dizi kültür-sanat etkinliklerinin icra edildiği sivil toplum alanıyla ilgili bir durumdur. Dolayısıyla hegemonya tesis etmek ve kendi görüşlerini hakikat olarak kabul ettirmek isteyen kimselerin bunu sivil toplum alanında etkili olan ideolojik araçlarla yapması gerekmektedir.
Kültürel iktidar alanı
Geçtiğimiz günlerde bir film festivalinde yaşanan hadise sonrasında kültürel iktidar konusu gündemin ana odaklarından birisi oldu. Bu sadece bahse konu olaya özgü bir gelişme olarak ele alınmamalıdır. Son yıllar içerisinde sinema festivalleri ve ödül törenleri “bağımsız sanatçılar”ın cari siyasi iktidara yönelik politik deşarj olma alanları olagelmiş ve bu alanlar bir tür siyasi şov mecralarına evrilmiştir. Bu nedenle söz konusu olay ile daha fazla tartışılır olan ve yazılı, görsel ve özellikle sosyal medyada sıklıkla ele alınan bir konu olan sanat meselesi, sinema ve kültürün diğer alanlarında yaşanan değişim ve dönüşüm girişimlerinin ve aynı zamanda hakim paradigmaya karşı gösterilen direncin bir yansıması olarak ele alınmalıdır.
Erken Cumhuriyet’ten bu yana kast sistemi şeklinde örgütlenen bu yapı kendi kastına mensup olmayan insanların o alanda görünür olmaya başlaması ile şikayetlerini farklı araç ve kanallarla dile getirmektedir. Kast sisteminde olduğu gibi Türkiye’deki statü gruplarına dahil olanların belirli yeme, içme ve giyim alışkanlıklarının yanı sıra mutlak bir yaşam dünyasını da içselleştirdikleri oldukça açıktır. Türkiye’de hakim kültürel sınıf yahut anaakım liberal medyada farklı bir statü ve yaşam dünyasından gelen kişileri görmenin imkansız olduğu dönemlerin geride bırakılıyor oluşu ve çeşitli alanlarda görece daha farklı kimliklerin temsil edilişi önemli bir dengeleme arayışı olarak karşımıza çıkmaktadır. Fakat kendi “kutsal alanları”nın diğer toplumsal kesim-lerce işgal edilmesi kasta mensup olanların kirlenmesi ve saflıklarının bozulması anlamına geldiğinden karşılaşma anları bir öfke patlamasına sahne olmaktadır.
Nilüfer Göle’nin Melez Desenler: İslam ve Modernlik isimli kitabında ifade ettiği gibi statü gruplarının çevre unsurları ile karşılaşmaları temel problem olarak karşımızda durmaktadır. Göle’ye göre: “Kimse geleneksel ‘dindar anneanne’ ya da başörtülü gecekondulu kadın imajından rahatsızlık duymamak-tadır. Üniversitelerde türban, kentlerde çarşaf ise tiksintiye varan tepkilerini harekete geçirmektedir. Farklı kastlara mensup bedenlerin aynı mekânları paylaşması saflığın bozulması anlamına gelmektedir… Dokunulmazlar görünmeye, söz almaya, iktidar olmaya başlamışlardır. Toplumsal temas arttıkça ‘beyaz’ Türkiye’nin ‘tiksinti’ ve ‘kirlenme’ duygularını harekete geçirmektedirler”. Göle’nin vurguladığı durum, Türkiye’deki ikili toplumsal yapıda cereyan eden gelgitlerin karşılaşma alanları ile daha belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor oluşudur. Çevreye ait simgelerin sinema, sanat ve kültürel alanlar-daki görünümü bu yönüyle “saflığı” tehdit eden göstergeler olarak okunmaktadır. Bu nedenle Türkiye’deki kültür-iktidar mücadelesi laik kesimin lehine sürüyor olsa da dengeleme arayışları son kertede önemli bir yer işgal etmektedir. Bu arayışların ideolojik gerekçelerle mahkum edilmeye çalışılması da sözü edilen saflığın bozulmasını engellemenin yanı sıra bir dizi pozisyonel üstünlüğün de kaybedilmesinin önüne geçmeye dönük bir hamle anlamına gelmektedir.
Karşı hegemonya arayışları
Türkiye’de klasik anlamda sınıflı toplumsal yapının olmaması, kültür olgusunun sınıfların oluşumundaki etkisini daha da önemli hale getirmiştir. Kültürün yapılandırılması ile bir “alan” olarak inşa edilen bu mecranın üreticileri de uzun yıllar belirli bir zümre olagelmiştir. Dolayısıyla söz konusu zümrenin estetik anlayışı, kültüre yaklaşımı, taşra ve şehir arasında kurduğu ilişkiler her zaman farklı olmuştur. Nihayetinde kültürün sınıfsal hiyerarşik ilişkilerin kurulmasında merkezi öneme sahip olması kültürel sermayeyi elinde bulunduranların kendilerini diğerlerinden ayrıştırmasını da bu alan üzerin-den mümkün kılmıştır. Bahse konu alanın kurucu öğeleri olan aydınların kendileri dışındakilere bakışı da bu çerçeveden hareketle şekillenmektedir. Kış Uykusu filmindeki Aydın karakterinin taşradaki kimliklere yönelik sembolik şiddeti ve taşrayı estetik bir mekan olarak kodlayarak kendisini daima kültür üzerinden ayrıştırması Türkiye’de kültür alanını domine eden aydın karakterinin tipik tarihsel örneği olarak karşımızda durmaktadır. Söz konusu alanın mücadeleye sahne olması ve hegemonyanın kırılmasına dönük hamlelerin farklı toplumsal kesimlerden gelmesi bu nedenlerden ötürü çatışmalı bir ilişki modelini de icbar etmektedir.
Hegemonya her ne kadar belirli bir toplumsal sınıfın diğerleri üzerindeki hakimiyetini ifade ediyor olsa da bu durum hiçbir zaman tam anlamıyla gerçekleşmemektedir. Hegemonya tesisi iddiasında olan ve bu yönde ideolojik araçlarla sivil toplumu domine eden hakim sınıf her zaman “karşı hege-monya” girişimleri ile yüzleşmek durumundadır. Yani hegemonya durağan ve sürekli bir durum olmaktan ziyade değişken ve mücadele odaklı bir süreç anlamına gelmektedir. Hegemonya arayışı içerisinde olan farklı toplumsal grupların bu anlamda sivil topluma tekabül eden alanda karşılaşmaları her zaman problemli ve çatışmalı olacaktır. Bu yönüyle hegemonya tez-antitez-sentez üçlüğünde nihayete erecek bir aşamalar bütünü olmaktan ziyade hege-monya ve karşı-hegemonyaların mücadelesini içeren bir süreç olarak karşımızda durmaktadır. Bu açıdan Türkiye tecrübesine bakıldığında Kemalist hege-monyanın zımnen tesis edildiği alanlar olagelen mizah, sanat ve sinema da bu yönüyle karşı hegemonya girişimlerine sahne olmaktadır. Bu nedenle Erken Cumhuriyet’ten itibaren oluşan ikili toplumsal yapı arasında süregiden hegemonya tesisi ve karşı hegemonya girişimleri orta ve uzun vadede sürecek gibi görünmektedir.