Bireyin "Ne Tanrı ne efendi" parolasında reddedilen "efendi" mutlakiyetçiliği kendi şahsında toplamış bulunan kral veya monarka göndermedir. Mutlakiyetçiliği kısaca "tek inanç, tek kanun, tek kral" olarak özetlemek mümkün. 14. Lui "kanun benim/devlet benim" demek suretiyle bunu veciz bir şekilde ifade etmişti.
İslam tarihinde birey teşekkül etmediyse, bunun sebeplerinden biri Hilafet'in mutlakiyetçilik; halifelerin, sultanların veya padişahların birer monark olmamasıdır. Retorikte padişahların "kulları" olmuştur, "kapı kulu" gibi özünde günah olan sıfatlar bürokratik kademelerde görülmüştür, ama iş kelam ve akaide geldiğinde, monark olmaması için padişah her gün kulağına "Padişahım gururlanma, senden büyük Allah vardır" diye fısıldayan görevliler de olmuştur.
Ancak bizim İslam siyasî felsefesinde ve Müslümanların tarihî tecrübelerinde neden mutlakiyetçiliğin ortaya çıkmadığını anlayabilmemiz için, vahy alan peygamberin sistem içindeki konumuna bakmamız gerekir. Çünkü değil sıradan bir insan veya padişah, Sünnilik'te Dört Büyük Halife, Şia'da 12 Masum İmam ve Tasavvuf'ta Kutuplar ve Kutbu'l-aktab olan manevî zatlar bile Hz. Peygamber (sas)'den daha üstün değildirler; bu yönde bir iddia da öne sürülmemiştir. Eğer Peygamber'in şahsında ifadesini bulan mutlakiyetçi eğilimler belirseydi, sonra gelen halifeler, sultanlar ve padişahlar da mutlakiyetçi olabilirdi.
1) Hz. Peygamber üstün insandır, modeldir; "en güzel örnektir"; ancak onu seçen Allah'tır. Misyonu ve üstünlüğü kendinden değildir;
2) "Âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir"; misyonu gereği insanlara iyilikten, rahmetten başka bir davranışta bulunamaz;
3) Hz. Peygamber'in üstünde Kur'an vardır. O, "kendinden, kendi heva ve hevesinden konuşmaz, O'na gelen vahyi tebliğ eder". Kendisi vahyi getirmez, O'na gelen vahyi aktarır. Vahy O'nu sınırlandırır.
4) Hz. Peygamber müminlerden ancak "maruf üzere" biat alır (60/Mümtahine, 12); bir devlet başkanı sıfatıyla kendisi dahi yönetilenlerden maruf olmayan bir şeyi isteme hakkına sahip değildir. Dolayısıyla peygamberden sonra onun yerini alacak olan yöneticiler de böyle bir talepte bulunamazlar, bulunduklarında hukuku ihlal etmiş olurlar. Hâlbuki mutlakiyetçi idarede, tek inanç, tek kanun ve tek kral vardır.
5) Allah, Peygamber'e "iş (yönetim) konularında müşavere etme"yi emrediyor.
6) Hz. Peygamber masumdur; fakat zellesi vardır; vahiy O'nu düzeltir, doğrultur.
7) Hz. Peygamber gaybı bilmediğini söylüyor. O'na bildirildiği kadarıyla bilir.
8) Bir beşerdir. Her beşere arız olan ona da arız olur. Monarkın ruhu gibi bedeni de kutsaldır.
9) Kelime-i şehadet "Allah'ın birliği ve Hz. Muhammed (sas)'in risaleti"nin teyidi ve ikrarıdır. Kelime-i şehadette Hz. Peygamber "önce kul, sonra elçi (Abduhu ve Rasuluhü)" olarak zikredilmiştir. Peygamber'in kul vasfı risaletinden öncedir.
10) Peygamber böyle iken, onun takipçisi bütün Müslümanların bilgisi ve kararları zannî olup mutlak değildir.
Mutlakiyetçiliğin ne siyasî kültürümüzde ne tarihsel tecrübemizde karşılığı vardır. Birey, kendisi üzerinde aşkın bir otoriteyi kabul etmiyor, Tanrı'yı uluhiyet makamından indiriyor ve müteal/aşkın ilke ve kökeninden kopardığı akıldan başka yol gösterici tanımıyor, yani risaleti tanımıyor.
Aydınlanma, hakikati bireyin kendisine indirgedi ve onu izafileştirdi; böylece Hakikat kendisi olmaktan çıktı, kişilere göre değişen gerçekliklere dönüştü. İnsanın bilgileri zannîdir. Mutlakiyetçilik zannî bilgilerin mutlaklaştırılmasıdır ki, bu sadece monarkların siyasî referanslarına değil, komünizm ve faşizm gibi kesin inançlı siyasî ideolojilerde de öyledir. Hatta liberal felsefe göreceliği savunsa bile, iddialarında ve söyleminde dogmatiktir. Zannî bilginin mutlaklaştırılması, ister kral ister parti veya ideoloji olsun, bizi mutlakiyetçiliğe götürür.
Müslüman aydınlar, arkasında bir felsefe ve muazzam bir siyasî mücadele olan Batı'nın bu kavramını alıyorlar, keyfî olarak İslam'a tercüme edip, bizde de birey olabileceğini söylüyorlar.
ZAMAN