Diplomatik girişimlerin sonuç vermesinden ümidiniz var mı? Mescid-i Aksa ve Kudüs merkezli bir sorun olarak Filistin’de yaşanan Siyonist İsrail işgaline diplomatik çözüm bulunması ihtimali geçen her gün hızla zayıflıyor. İsrail ve şartsız şurtsuz destekçisi Amerika için diplomatik süreç Filistin’in en küçük, en ücra beldeleri için dahi ucuza ve kolayca derinleştirilen işgal anlamına geliyor.
Diplomatik kazanım askeri ve iktisadi hegemonyaya rağmen kazanılabilen bir alan değil. Diplomasinin küçümsenmesi, önemsizleştirilmesi elbette mümkün olamaz. Ancak diplomasi kendi başına ve askeri imkânlardan bağımsız özel bir ihtisas veya iletişim yeteneği filan gibi bir şey de değil. İsrail’i güçlü, saldırgan ve hemen her türlü barbarlığa cüret etmeye teşvik eden emperyalist Batı siyaseti kadar onlarla işbirliği içerisinde hareket eden despotik rejimler gerçeğidir. Bu açıdan mevcut şartlar İsrail’i dizginsiz bir şiddete ve edepsiz bir tasalluta adeta teşvik ediyor.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Suudi Arabistan, Kuveyt ve Katar’ı kapsayan Körfez ziyareti Suriye ve Irak gündemlerinden önce ister istemez Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin de dâhil olduğu krizin aşılmasına yönelikti. Yer yer yumuşama sinyalleri alınıyor olsa da Körfez’de gitgide derinleşen Katar’a yönelik ablukanın mevcut haliyle devamı Suriye ve Irak sorunlarının çözümüne en küçük bir katkının dahi önünü kesecektir. Aksine bir de üstüne Kudüs’ü hatta Mescid-i Aksa’yı tamamen işgal altına almaya kalkışan İsrail saldırganlığına açık bir destek olacaktır bu durum. Her ne kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ziyaretine ilişkin “krizin müzakere ve diyalog yoluyla çözümü için mevcut girişimlerin devam ettirilmesi hususunda muhataplarıyla mutabık kalmışlardır” açıklaması kamuoyuna beyan edildiyse de yaşananlar söylemleri pek de doğrular gelişmelere işaret etmiyor.
Mescid-i Aksa’ya yönelik Siyonist İsrail tarafından sergilenen barbarlıklar Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’ni ne şaşırtmışa ne de sarsmışa benziyor. Mısır’ı anmaya dahi gerek yok. Çünkü Sisi cuntası Mübarek dönemini bile geride bırakan bir Siyonizm aşkıyla politika yürütüyor. Ama çıkmamış candan ümit kesilmez diyerek Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Mısırlı mevkidaşı Samih Şükri ile telefon diplomasisi kanalını zorluyordu. Samih Şükri’nin parçası olduğu Sisi cuntası namına İsrail’i sadece kınamak maksatlı olsun ağzını açabilmesi hiç mümkün görülmüyor. Çünkü Mısır’daki askeri rejim varlık ve meşruiyet kaynaklarını İsrail’le kayıtsız şartsız işbirliği yapmaktan alıyorlar.
Çağrılara Kulak Asmaz
Başbakan Binali Yıldırım ultra düzeyde zarif bir çağrı yapıyor ancak ‘İslam âleminin hassasiyetlerini gözeterek’ İsrail’in herhangi bir yanlıştan dönmesi hiç vaki değil. Kaldı ki daha yakın bir zamanda Türkiye İsrail’le Mavi Marmara davasını tümden kapatma sözü vererek bir anlaşma imzaladı. Üstelik imza Ankara ile Tel Aviv arasında değil resmen işgal altında tutulan ve değil Avrupa’nın Amerika’nın bile başkent olarak tanımadığı Kudüs arasında akdedildi. Hiç bir hassasiyetini gözetmemiş İsrail’e Türkiye tarafından İslam dünyasının hassasiyetlerini gözetme çağrısı bunca olup bitenden sonra kime anlamlı geliyor acaba? İlaveten Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İslam İşbirliği Teşkilatı Zirve Dönem Başkanı sıfatıyla uluslararası toplumu harekete geçmeye çağırdığını ifade edelim. Kim, nasıl ve hangi araçlarla harekete geçmeli sorularının altı pek dolu gözükmüyor maalesef.
Türkiye’nin bir NATO müttefiki olduğunu, Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerinin de tıpkı Mısır gibi Amerikan hegemonyası altında olduğu bir İslam coğrafyası tablosunda İran’ın Kudüs siyasetinde neler var peki? İşe İran Devrim Muhafızları Kudüs Ordusu’nun ne iş yaptığını, hangi cephelerde ve kimlere karşı savaştığı sorarak başlayabiliriz mesela. İsterseniz çok gerilerden almayalım hikâyeyi ve Kudüs Ordusu Komutanı General Kasım Süleymani’nin son katıldığı etkinliklere bir bakalım.
Suriye ve Irak Lejyonu Kudüs’e Gider mi?
İran’ın Kudüs Ordusu’na komuta eden General Kasım Süleymani “Suriye ve Irak’ta yaşanan düğüm ve sorunlar yalnızca diplomasiyle çözülemiyor” dedikten sonra İran ordusunun bölgedeki faaliyetlerini şu cümlelerle özetliyordu: “İran İslam Cumhuriyeti, Şaban Nasıri ve Hamid Takavi gibi büyük komutanlarını İran milletine, bölgeye ve dünyaya feda etti. Haşdi Şabi Komutanı Ebu Mehdi Muhendis, İran’ın silah deposunun anahtarını eline aldı. Çünkü İran İslam Cumhuriyeti başkaları gibi değildi ki Irak halkından para alsın ve en zorunlu durumlarda onlara silah vermesin. Devrim Muhafızları Hava Kuvvetleri Irak talep eder etmez Sukhui uçaklarını Irak’ın hizmetine verdi. İran’ın binlerce ton silahı Iraklıların emrine verildi.
Devrim Lideri Ayetullah Hamenei, İran İslam Cumhuriyeti’nin Irak halkından hiçbir yardımı esirgemeyeceğini söylemiştir. Bu yüzden de İran Savunma Bakanlığı günde üç vardiya Irak için silah üretmiş ve Irak’a göndermiştir. Bugün Haşd Şabi’nin güç altyapısı bölgedeki orduların yapısından daha güçlüdür. Gerek Irak’taki gerekse Suriye’deki olaylarda halkların imdadına ilk yetişen Lübnan Hizbullah’ıydı. Seyyid Hasan Nasrullah’ın ellerinden öpüyorum. Hizbullah birçok değerli şehitler verdi. Hiçbir gösteri yapmadan geldi ve tüm tecrübelerini Haşd Şabi’nin, Irak ordusu ve polisinin emrine verdi.”
Gururla anlatılan bu işgal ve katliam serüvenine ne yazık ki yeterince ilgi gösterilmiyor. Uzun yıllardan bu yana İran, Kudüs’ün kurtuluşu üzerine sadece edebiyat yapıyor ve tiyatro oynuyor. Kötüsü İran hesabına çalışan örgüt ve çevrelerin İran’ın bölgede estirdiği devlet terörünü örterek ve sığ komplo teorileriyle besleyerek piyasaya sürdüğü Şii-Sünni kardeşliği söylemiyle güya Kudüs’ün kurtuluşu için duyarlılıklar oluşturmayı becerebiliyor. Halep ve Musul gibi birçok Sünni şehri sistematik bir biçimde harabeye çeviren, mezarlığa dönüştüren İran’ın nasıl olup da Kudüs için savaşacağını soransa çıkmıyor.
Suriye ve Irak’taki yıkım ve katliamlarda İran’ın Rusya ve Amerika’yla birlikte oynadığı rolün İsrail açısından paha biçilemez bir hizmet olduğu aşikâr değil mi? Birleşik Arap Emirlikleri’yle beraber Mısır’daki askeri cuntaya destek veren, Katar’ı ablukaya alan ve nihayet Yemen’i açlık ve salgın hastalıkların pençesine düşüren Suudi Arabistan da İsrail açısından İran’a benzer bir rol oynuyor. Halep’i, Musul’u, Kahire’yi, San’a’yı ölüm kuşağına çeviren bölgemizdeki aktörlerle Kudüs’ün kurtarılmasına yönelik ortak adımlar atılacağına dair ümitler beslemek pek de kolay olmasa gerek.