“Dünyanın terazisi Kudüs’tür artık” cümlesiyle yaşanan süreci en kısa ve en net biçimde özetlemiş Nihal Bengisu Karaca. Ancak meseleyi “dünyanın terazisi her zaman Kudüs’tür” önermesiyle izaha çalışmak da abartılı bir hüküm sayılmamalıdır. Çünkü hemen bütün toplum ve devletler Kudüs’e göre konum alıyorlar. Kimi hukuki ve ahlaki değerleri çiğneyerek yapıyor bu konum alışı kimiyse hukuki ve ahlaki değerleri ayağa kaldırmak için ağır bedeller ödemeyi göze alarak.
Önceki gün İstanbul’da toplanan İslam İşbirliği Teşkilatı’nın Olağanüstü Kudüs Zirvesi bu konum alışın özeti ve numunesi gibi bir özelliğe sahip sayılabilir. Şöyle ki; Trump’ın Amerika adına Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak resmen ve fiilen tanıdıklarını ilan etmesinden tam bir hafta sonra bu zirve, dönem başkanı sıfatıyla Türkiye’nin ciddi çabalarıyla ve oldukça geniş sayılabilecek bir katılımla toplandı. Suudi Arabistan ve Mısır’ın zirveyi sabote etmek değilse alt düzeyde temsili katılımlarla itibarsız kılmak ve nihayet kayda değer bir karar çıkarttırmamak üzere konumlandıkları aşikârdı. Ancak bütün bunlara ve daha pek çok olumsuz faktöre rağmen zirveden beklenenin epeyce üstünde ve sıra dışı diye nitelenebilecek kararlar çıktı.
Hükümsüz ve Gayrimeşru İlan Edilen
İİT’nin İstanbul Zirvesi’nde ilan edilen nihai bildiride bu provokasyonun merkezinde bulunan devlet olarak Amerika Birleşik Devletleri’nin aldığı tek taraflı karar en güçlü şekilde reddedilmiş ve kınanmıştır. Kararın hukuken hükümsüz ilan edilmesinin yanı sıra Filistin halkına dönük bir saldırı, barış girişimlerine yönelik kasti bir baltalama, şiddete ivme kazandıracak bir tahrik unsuru ve uluslararası barış ve güvenliği hedef alan bir tehdit olarak görüldüğü belirtilmiştir. Uluslararası bir zirvenin nihai bildirisinde emperyalist bir devlet olarak Amerika’nın Kudüs ve Filistin politikasını arka arkaya sıralanan “hukuken hükümsüz, saldırı, baltalama, tahrik unsuru ve tehdit” sıfatlarla tanımlamak hiç de kolay ve sıradan bir girişim olmasa gerek. Kudüs-ü Şerif’e dair tasarrufta bulunma girişimlerinin hükümsüz ve meşruiyetten uzak oluşunu defalarca vurgulamanın hemen ardına şu sorumluluk çağrısı da ilave ediliyordu: “ABD Yönetimi bu yasadışı beyanın geri çekilmemesinden doğacak sonuçlardan bütünüyle sorumlu tutulur.” Bu sorumlu tutulma işi pratiğe nasıl yansır ve takipçisi kim olur sorusu ayrı bir tartışma olsa da neticede “sonuçlara katlanma” hatırlatması yine de cesurca ve ileri bir adımdır.
Başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası kuruluşların etkin ve ciddi bir biçimde harekete geçmeye çağrılmasının ne kadar karşılığı olacağını görmek için çok fazla beklemeye gerek olmayacak. Kaldı ki BM’ye etkin ve ciddi bir biçimde harekete geçme çağrısı yapan bildiriye imza veren devletlerin her birinin ne derece etkin ve ciddi hareketler serdedeceğini bütün dünya izleyip takip edecek zaten. Zirve’de tarihi kararlar alınıp alınmadığı sadece bildiri metnine bakarak değil esasen icraatlara bakılarak belli olacak. Ancak Amerika’yı İsrail’den, Siyonist işgali Amerika’nın sınırsız desteğinden ayrıştırmadan eleştiri ve itirazın merkezine koyan bildirideki birkaç vurguya daha bakmakta fayda var. Amerika’nın İsrail’e desteği “sömürgecilik, yerleştirme, apartheid ve etnik temizlik siyasetini teşvik” olarak tanımlanıyor mesela. Sömürgecilik yani emperyalizm, yerleştirme yani Filistin’in tüm beldelerini sistematik olarak Yahudileştirme politikası, apartheid yani Yahudi ırkçılığı ve ayrımcılığı üzerine kurulan Siyonist bir rejim ve etnik temizlik yani Müslüman Arapların sadece Müslüman Arap olmaları dolayısıyla Filistin topraklarından tehcir edilmesi, sökülüp atılmasından İsrail’le birlikte Amerika da sorumlu tutuluyordu.
Herkes Gibi Biz de Yüzleşmeliyiz
Zirve’nin hep olumlu ve ileri değerleri temsil ettiğini söyleyemeyiz elbette. İki devletli çözüm, 1967 sınırlarını esas alan Filistin vurgusu ve ısrarla Doğu Kudüs’ten öteye geçemeyen talepleri bu meyanda sayabiliriz. Siyonist İsrail’in 1967’den önce işgal ettiği topraklardan kimler ve hangi hakla feragat ediyorlar? Bir taktik ve merhale içeriyorsa, mevcut güçsüzlük ve dağılmış, ihtilaflı manzara bu vurguları öne çıkarmayı mecbur kılıyorsa bir derece anlaşılabilir bir diplomatik arayış olarak değerlendirilir. Zaten BMGK kararlarına yapılan ısrarlı vurgular bir noktada Batı’nın kendi iç tutarlılığını test etme ve Batı’nın da razı olduğu form içerisinde çözüme rıza gösterildiğini teyid ediyor. Hayır, bu çabayı küçümsemiyor, değersiz bulmuyoruz. Aksine bu bildiride imzası buluna pek çok devletin Batı’ya böylesi bir çağrıyı yapabilecek samimiyet, adalet ve cesaretten fersah fersah uzak olduklarını bilince itirazların önemli bir kısmından imtina etmek durumunda kalınıyor.
Mısır’daki Sisi cuntasının Filistin direnişe vurduğu darbeyi belki ancak İsrail vurabilmiştir. Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ABD ve İsrail’in bölgedeki askeri varlığını tahkim eden rollerine yetişebilecek bir başka devlet bulmak çok zordur mesela. Bu sebeple İİT’nın neredeyse nihai bildiriyi yayınladığı saatlerde Suudi Arabistan Kralı Selman Şura Konseyi’ne yaptığı konuşmada “başkenti doğu Kudüs olan Filistin devleti” vurgusu yaparak durumu kurtarmaya girişti. Hatta daha ileri giderek Trump’ın kararını kınayıp Filistin halkının yasal haklarının iadesini de talep etti. Ancak son dakikada sergilenen bu tür ucuz manevraların ne Suudi Arabistan’ın ne de Körfez monarşilerinin itibarını kurtarmaya nefesi yeter. Rusya’nın pozisyonunu da buraya kaydetmekte fayda olur. Zirve’den bir gün önce Ankara ziyaretinde Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Kudüs konusunda aynı görüşü paylaştığını iddia eden Rusya Devlet Başkanı Putin de bildiriyle beraber karar değiştirdi. Putin’in sözcüsü Peskov “İsrail-Filistin ihtilafında Türkiye’nin tutumuyla Rusya’nın tutumu örtüşmüyor” kaydını düştü.
Şimdi gelelim Türkiye’nin zaaf ve çelişkilerinin nasıl telafi edileceğine dair birkaç hatırlatmaya. Haklı olarak İsrail’in işgalci bir terör devleti olduğunu vurguluyoruz en üst düzeyde. Ancak İsrail’in kimi uluslararası kazanımlarında Türkiye’nin verdiği kritik desteklere ilişkin ne zaman ve nasıl muhasebe yapacağız ki bundan sonrasında aynı yanlış ve günahlar tekerrür etmesin. Mesela İsrail ancak Türkiye’nin desteğiyle OECD arasına girebildi ve yine Türkiye’nin veto hakkını kaldırmasıyla NATO’nun başkenti Brüksel’de daimi temsilcilik açabildi. Mavi Marmara davasına ilişkin yapılan anlaşmayla Türkiye kendi vatandaşlarının en temel insani haklarından ebediyyen feragat etmedi sadece üstüne bir de Gazze’ye yönelik sahip olduğu moral ve siyasi ayrıcalığı da kaybetmiş oldu. Can sıkıcı olabilir bu hatırlatmalar. Fakat bir daha aldanmamak, aldatılmamak ve kullanılmamak için bu yanlışlarla yüzleşmek ve muhasebesini yapmak zorundayız. Çünkü Kudüs sadece stratejik açıdan bir kırmızı çizgi değil daha önemlisi ahlaki ve hukuki açıdan tartışmasız bir mücadele kriteridir.
Yeni Akit