2005 yılı Nevruz'undaki bayrak hadisesi Kürt sorununun dönüm noktası olarak anılmalı. Hatırlayalım: Üç çocuk Türk bayrağını yakmaya çalışmış, sonra yere atıp çiğnemişti. Arkasından bütün Türkiye ayağa kalktı. Şehirler arasında, 'en uzun bayrağın peşinde en çok kalabalık' yarışı başladı. Üç çocuğun eylemi ve ayağa kalkan Türkiye... Bir toplumsal cinnet haliydi.
O gün Zaman Gazetesi'nde 'Türkiye'yi Kürtler değil, Türkçüler bölecek' endişesini dile getiren bir yazı yazmıştım. Bugün o görüşü bir miktar düzeltmek zorundayım. 'Türkiye'yi sadece devlet içindeki çeteler böler; Türkçülere ise bu kararı uygulamak düşer.' Bu sert hüküm bana değil, tarihe ait. 2005'te Mersin'deki bayrak provokasyonunun bir Ergenekon operasyonu olduğu ortaya çıkmadı mı? Peki sokağa dökülenler kimlerdi?
Topu Kürtlere atıp, Türkiye'nin birlik ve bütünlüğünü onların karar ve eylemlerine bağlamak iş değil. Türkiye'nin geleceği Türklere bağlı. Türklerin kararı, eylemleri ve duruşu Türkiye'nin geleceğini belirleyecek. Elbette öncelikle Kürtlerin şikâyetleri ve sorunları konusunda takınacakları tavırlar. Çünkü Kürt sorunu, öncelikle Türklerin sorunu. Sebebi matematik. Şikâyet eden, talepte bulunan Kürtler sayıca azlar. Karar yeter sayısı Türklerde.
Kürtlerin Türklerle birlikte yaşadıkları ve içinde çok zengin tecrübelerin ve derslerin bulunduğu çok uzun bir tarihimiz var. Bu tarihin verdiği kesin hüküm: Türkler ve Kürtler birlikte yaşamak zorundalar. Aksi takdirde iki taraf da heba olur gider.
1514'te, tam beş asır önce Çaldıran'da Kürtlerin desteği Osmanlı'nın İran'a galip gelmesini, sonra da Abbasi coğrafyasına, yani Ortadoğu'ya hükmetmesini sağladı. Karşılığında Kürtler, Osmanlı içinde imtiyazlı bir statü edindiler. Hep söylendiği gibi, Kurtuluş Savaşı birlikte verildi. Ankara hükümeti Yunan işgalinden çok içerdeki isyanlarla baş etmeye çalışırken, İngilizlerin rüşvetlerine rağmen Kürtlerin kaya gibi duruşlarını herkesin minnetle hatırlaması lâzım.
Kürtlerle Türkler arasındaki ahdi bozan Devlet oldu. Birinci Harp sonucunda her şeyin kayıp gittiğini gören Devlet aklı korkularla kuşatıldı. Cumhuriyet kurulur kurulmaz devleti yaşatmak için tek ulus inşa etmeye, bunun için de Kürtlerin Türkleştirilmesine karar verildi. Bu karar korkuların felç ettiği bir aklın eseriydi. Çünkü Kürtler zaten Türk'tü. Türklerin zaten Kürt olması gibi. Cumhuriyetin ulus-devlet politikalarının, Kürtleri büyük ulusun bir parçası haline getirmeye değil, düpedüz etnik anlamda Türkleştirmeye hizmet ettiğini artık anlamalıyız. Bir etnisite nasıl başka bir etnisiteye dönüşebilir? İmkânsız olan şey neden istenir?
'Apo'yu paşa yapıp Türkbükü'ne gönderelim' sözü yanlış anlamaya müsaitti. Sadece herkesin nefesi kan ve barut kokarken, bu işlerin duygularla değil engin devlet aklı ve birikimi ile çözülebileceğini hatırlatmak istemiştim. Uzun bir tarihin tecrübelerine sırtını dönenlerin geleceği olmaz. Tarih bir toplumun hafızası, yani kimliğidir. Kimliksiz milliyetçi olur mu?
MHP lideri Devlet Bahçeli, devletin yürüttüğü PKK'nın tasfiyesi operasyonunu, 'şeref' üzerinden AK Parti ile bir siyasî polemiğe konu yapıyor. PKK'nın çekirdek kadrosundan Duran Kalkan ise AK Parti ile benzer bir polemiğe girip 'BDP'yle görüşmelerde adeta taahhüt edilen, izlenim olarak verilen şeyler yerine getirilmemiştir' diye şikâyet ediyor. İki polemiği, engin devlet aklı ile kim mukayese edecek?
Şimdi yeni şeyler söylemek lâzım: 'Devletimiz Kürtlere haksızlık etti. Kürt vatandaşlarımız dillerinden dolayı aşağılandılar, en temel haklarından mahrum bırakıldılar. Devletin hatasını düzeltmek ve Kürtlerden helâllik istemek hepimizin boynuna borçtur.' Türkiye ancak bu anlayışla 'büyük' bir geleceğe uzanabilir. Aklının, yüreğinin köşesinden Kürtlere düşmanlık geçenler ise 'Küçük Türkiye' milliyetçileri olarak, koca bir milletin geleceğini kendi dar dünyalarında boğup yok edenler olarak hatırlanacaktır.
ZAMAN