Küçük ama önemli bir ülke: Ürdün

Taha Kılınç, Ürdün gezisinde önemli noktaları okuyucularına aktarıyor.

Taha Kılınç / Yeni Şafak

Ürdün notları

Geçtiğimiz hafta, çarşamba sabahtan cumartesi akşama kadar Ürdün’deydim. Dört kişiden oluşan arkadaş grubumuzla, Ortadoğu’nun bu küçük ama çok önemli ülkesini, baştan sona ve farklı boyutlarıyla gezme imkânı bulduk. Gözlemlerimi, bir köşe yazısının ebatlarına sığacak şekilde aktarmak istiyorum:

İstanbul’dan yaklaşık iki saatlik uçuşla, Amman Kraliçe Âliye Havaalanı’na -Âliye, Kral Hüseyin’in 1977’de helikopter kazasında ölen karısının adıydı- indiğimizde güneşli ama soğuk bir kış havası bizi karşıladı.

Seyahatimizin ilk gününü başkente ayırmıştık: Roma döneminden kalma kaleyle başlayan gezilerimiz, tarihî çarşılardan Hüseynî Camii’ne, oradan da Hicaz Demiryolu Amman İstasyonu’na uzandı. Çökmekte olan bir imparatorluğun tarihe attığı en şık imzalardan biri olan Hicaz Demiryolu projesini bir kere daha tefekkür etme imkânı bulduk, istasyonu adımlarken. Daha önce Şam, Kudüs ve Medîne-i Münevvere istasyonlarını görmüş olduğum için, Amman’da zincirin halkalarından biri daha tamamlandı. Dönüş yolumuz üzerinde, 1926’da Kral Abdullah tarafından inşa ettirilen Rağadân Sarayı yer alıyordu. Aynı zamanda, Osmanlı’ya karşı 1916’da başlatılan meşhur isyanın reisi olan Şerif Hüseyin’in 1931’de son nefesini verdiği yer olan Rağadân, dışarıdan ziyaretlere kapalı tutuluyor.

Perşembe sabahı güneş doğmadan yola düşerek, Ürdün’ün mimarî açıdan en güzel şehirlerinden Salt’a gittik. Türk Şehitliği, Salt’taki ilk durağımızdı. 1918’de İngilizlere karşı savaşırken şehit düşen 300 kadar askerimizin kalıntıları, topluca defnedildikleri mağarada 1973’te bulunmuş ve şehitlik inşa edilmiş. Kitâbede Drama’dan (Balkanlar) Dağıstan’a (Kafkasya) imparatorluğun her köşesinden ve her milletten yavrularımızın isimleri nakşedilmişti. İçimden “Türk Şehitliği yerine Osmanlı Şehitliği denseydi…” temennisi geçti doğrusu. Salt’ın eski mahallelerini şöyle bir kolaçan edip, kuzeye yöneldik.

Taberiye Gölü’nden Ölüdeniz’e (Lût Gölü) doğru akan Şerîa Nehri boyunca, yol üzerinde dört sahabînin kabrini ziyaret ettik: Dirâr bin Ezver, Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Şurahbîl bin Hasene ve Muâz bin Cebel. Hepsi de ayrı ayrı İslâm tarihinin büyük kahramanlarından olan bu isimler, medfûn bulundukları bölgeleri bugün de yeşertmeye devam ediyor. Bilhassa Muâz’ın kabrindeki manevî hava, ürpertici yoğunluktaydı.

Ardından Ürdün’ün en kuzey noktasına kadar çıkarak, 636’da Bizans’a karşı Müslümanların zafer kazandığı Yermuk Nehri’ne vardık. Ummu Kays kasabasından Taberiye Gölü, Golan Tepeleri ve Yermuk Vadisi’nin kesişim noktasını izlemek, kelimelerle anlatılamayacak bir tecrübeydi.

Ürdün’deki ikinci gecemizi Ölüdeniz’de geçirdik. Suyun karşı yakası, 1967’den beri İsrail’in işgali altında bulunsa da, Kudüs’ün ışıklı tepeleri bizi selamlıyordu. İçinde canlının yaşamadığı Ölüdeniz, tarih içinde üst üste binen nice hikâyesiyle, sessiz ama vakurdu. Soğuk hava sebebiyle sahiller ve plajlar boş kalınca, tefekkür noktasında mekâna daha fazla odaklanmak mümkün olabildi. Aynı keyfi, Hristiyanların Hz. İsa’nın Hz. Yahya tarafından vaftiz edildiğine inandıkları Şerîa Nehri’nde de yaşadık. Ürdün-İsrail sınırında, tarih, coğrafya ve güncel siyasetle baş başaydık.

Cuma sabahı, Haçlıların Ortadoğu’daki en muhkem kalelerinden Kerak’ı ziyaret ederek Mute’ye geçtik. Burası, 629’da Müslümanların Bizans’la yaptığı ilk savaşın yaşandığı yerdi. Hâlid bin Velîd komutayı üstleninceye kadar Zeyd bin Hârise, Ca’fer bin Ebî Tâlib ve Abdullah bin Revâha sancağı omuzlamış, üçü de arka arkaya şehit düşmüştü. Üç sahabînin kabrini sırasıyla ziyaret ettik. Çocukluğumdan itibaren menkıbeleriyle büyüdüğüm isimlerin mezarlarını görmek, onları canlıyken görmek gibiydi adeta.

Cuma günü akşamüzeri, Ürdün’ün denize tek bağlantı noktası olan Akabe şehrine ulaştık. Akabe Körfezi’ni Ürdün, İsrail, Mısır ve Suudi Arabistan ortaklaşa paylaşıyor. Akabe ile İsrail’in Eylat şehri sınır komşusu. 1917’de Şerif Hüseyin ve şürekâsının Akabe’deki Osmanlı kalesine ve garnizonuna düzenlediği saldırı, Birinci Dünya Savaşı’nın dönüm noktalarından biriydi. Kale, bugün turistik bir kalıntıdan ibaret.

Ürdün’deki son gecemizde, çöl bölgesi Vâdî Râm’daydık. Dolunayın sütbeyaz aydınlığıyla çölün kırmızı kumları buluşmuş, ortaya inanılmaz bir manzara çıkmıştı. Tefekkür ve tezekkür için, çölden daha uygun bir mekân yoktu hakikaten. Gece saatlerinde, bunu iliklerimize kadar yaşadık. Ertesi sabah Türkiye’ye dönmeden hemen önce, antik kavim Nebâtîlerin imzasını taşıyan meşhur Petra harabelerini gezerken, çölün tesiri hâlâ üzerimizdeydi.

İzlenimlerimi “köşe yazısı ebadıyla” sınırlasam da, dikkatli okurlar, Ürdün’den aktardığım her bir anekdotun, aslında ayrı birer yazı konusu olduğunu gözden kaçırmamıştır. Bu da, girişte Ürdün’ü tanımlarken neden “küçük ama çok önemli” dediğimin cevabı.

Kültür Sanat Haberleri

Genç Birikim dergisinin Aralık 2024 sayısı çıktı
Vatanına dönerken yaşadıkları kadar ağır değildi yükü
“Made in Gaza: From Ground Zero” Savaş bölgesinde mahsur kalan film yapımcılarının sesi oluyor
Taksim Camii Filistin Kitap ve Kültür Günlerine ev sahipliği yapacak
Ümraniye Kitap Fuarı cumartesi günü başlıyor