Kronik Nefret ve Korku Avrupa’yı Hızla Çürütürken

KENAN ALPAY

Avrupa’yla yaşanan mevcut kavga aktüel bir gerilimden ötesini esasen varoluşsal bir çatışmanın saklanamaz, tevil edilemez biçimde tekrar aşikâr hale gelişini işaretlemektedir. Avusturya, Almanya, Hollanda veya Danimarka’daki seçimlerin olduğu gibi Türkiye’deki referandum sürecinin de bu gerilimde bir payı olduğu muhakkak. Lakin seçim süreçleri burada belirleyici değil en yalın haliyle Batı siyaset ve toplumunun damarlarında dolaşan mevcut nefret ve korkunun kontrolsüzce dışa vurulmasının zeminidir.

Sorunun merkezini ne ırkçı lider Geert Wilders’in vaadleri ne Hollanda’nın bu haftaki seçimleri teşkil ediyor. Sorunun merkezinde güç kaybeden, etkinlik sahası daralan, muhataplarıyla eşit seviyede ilişki kurmaya mecbur kalınca panik ve saldırganlık alametleri zirve Avrupa yer alıyor. Avrupa’nın ipotek altında tutmak isteyip de kontrol edemez duruma geldiği Türkiye’nin giderek güçlenen siyasal-stratejik ve İslami kimliği sorunun diğer önemli merkezi. Son durumda genel olarak İslam ve Müslüman kimlik, özel olaraksa Türkiye Avrupa açısından öncelikli tehdit konseptinin nerdeyse biricik öznesidir. Çünkü denge Avrupa’nın aleyhine, bütün risk ve imkânlarıyla Türkiye’nin lehine değişim göstermektedir.

‘Radikal-Ilımlı’ Ayrımı Sizlere Ömür

Hassaten Hollanda, Danimarka ve Fransa’da hızla yükselişe geçen aşırı-sağ hareketlerin Amerika’da Trump’ın başkan seçilmesiyle daha bir popülarite kazandı. Neredeyse bütün Avrupa’yı sarıp sarmalayan ırkçı-ayrımcı politikaların ölümcül hasmı doğrudan Müslüman toplumlarken Türkiye’ye karşı uygulanan hukuksuz muameleleri bunun dışında değerlendirmek yanlış olur. Burada Türkiye’nin eksik-yanlış politikaları veya referanduma yönelik kimi fırsatlar kolladığı gibi kritiklerin sürecin asli unsuru olmak bir tarafa kısmen olsun belirleyici bir etkisi olmadığı ortadadır.

Peki, gerilimin tarafı olarak Türkiye ırkçı partilerin tuzağına mı düştü? Avrupa’nın tüm siyasal yaklaşımlarına aşırı-sağ muamelesi yaparak yanlış bir hesap mı yapıldı? Türkiye gün geçtikçe daha kötü diplomatik tecrübelerle iyiden iyiye uluslararası sahada tecrit mi olmakta? Tuzağa düşüp düşmediğini belki orta vadede daha iyi anlarız. Ancak ırkçı-ayrımcı partilerin Avrupa siyasetini nasıl esir aldığını, bütün bir dünyaya dayattıkları kendi kriterlerini çiğneme hususunda Avrupa’nın ne kadar da acul olduğunu teşhir etme fırsatını Türkiye’nin tepmesi bir acziyet ilanı olurdu. Bu sert tutumla Türkiye yeni bir ilişki biçimi kurmak üzere Avrupa’nın dengesini bozmuştur. Bu denge bozumu bir süre Türkiye’ye yönelik öfke ve düşmanlığı kışkırtsa da belli bir zaman sonra siyasal iç hesaplaşmanın da şiddetini arttıracaktır.

İyice bakalım, gözlerden ne kadar kaçırılmak istenirse istensin artık tartışılan ‘İslami radikalizm’, ‘fundamentalist İslam’ filan değil düpedüz bir bütün olarak İslam’dır. Avrupa (Amerika ve Rusya açısından da durum farklı değil) İslam’ın ve Müslümanların terbiye edilebilir, kontrol altında tutulabilir olmasından ümidini tamamen kesmiştir. Aşama aşama tüm alanlardan İslam’ın ve Müslümanların bizzat varlığını arındırmanın projelerini hayata geçirecek imkânlarını oluşturmaya bakmaktadırlar. Almanya, Avusturya, Hollanda’dan sonra İsviçre’ye sirayet eden nihayet Danimarka’dan Başbakan Yıldırım’ın ziyaretini engellemeye yönelik beyanlara kadar seyreden süreç bir bütün olarak Avrupa Birliği kriterlerinin inkârı ve iflası olarak da okunabilir. Diplomatik temsilcilikleri abluka altında tutmak, bir Bakan’ı ve heyetini sınır dışı etmek, arkadan gelecekler için bir dizi gözdağı mesajı yayınlamak gibi en hafif tabirle skandal icraatlar en çıplak haliyle suskun, aciz ve müflis bir AB tablosu çıkarmıştır sahneye.

Ne Kadar Hırpalamalı?

Avrupa Birliği nefret ve korku siyasetiyle eşitsizliği bozan adalet arayışına boğmaya kalkışmıştır yine. Ancak bu kez fena bir bozgun havası esmektedir Avrupa ülkelerinin parlamentolarında, diplomatik temsilciliklerinde ve sokaklarında. Gerilimi kontrol etme ve yönlendirme kabiliyeti Avrupa’nın elinden hızlıca çıkmakta ve kaosa boğarak bağımlı kılmak istediği Türkiye’ye geçmektedir. Buna rağmen Türkiye’nin hedefi değil Avrupa’yla tek tek Hollanda, Danimarka, Avusturya veya Almanya’yla olsun ilişkileri askıya almak olmamalıdır.

Gerek CHP lideri Kılıçdaroğlu gerekse MHP lideri Bahçeli derhal Hollanda’yla ilişkilerin kesilmesi çağrısı yaparak ‘milli’ bir duruş sergilemek hususunda epeyce hızlı davrandılar. İyi ama belli bir tepki gösterilmesi zarureti ortada olmakla beraber ilk elden ilişkilerin kesilmesi midir doğru ve faydalı olan? Hollanda’nın ciddi bir zarar göreceği besbelli olmakla birlikte Hollanda’nın Türkiye karşısında Avrupa Birliği tarafından yalnız bırakılacağı, zayıf düşmesine göz yumulacağı basit bir hayal bile sayılmaz herhalde. Tartışmaların zirve yaptığı bir vasatta Rusya’nın arabuluculuk teklifini hiç de yabana atmamak icap eder. Rusya’nın Türkiye-Hollanda hatta Avrupa Birliği ilişkilerinde arabuluculuk rolüne soyunma hususundaki aşk ve şevkle sergilediği atılganlık pek hayra alamet görünmüyor.

Netice itibariyle Avrupa’yla ilişkilerdeki dengeyi olabildiğince eşitlemek ve lehimize değiştirmek için ille de AB’nin dağılması, çözülmesi, yıkılması gerekmiyor. AB’nin hegemonyasını yıpratma, zayıflatma yönünde politikalar geliştirirken Amerika ve Rusya’nın önünü hepten açacak bir boşluğun doğumuna ebelik etmek akıl karı sayılır mı? Gerilimi ve zayıflatma stratejisini kontrollü bir biçimde derinleştirmenin bölgemizdeki sıkıntıların çözümüne ne kadar katkısı, ne kadar zararı olacağı her hâlükârda iyi hesaplanmalıdır.

Yeni Akit