MİT krizinin çatışma boyutu ve yapısal yönleri kadar kimi sıcak siyasi sonuçları da var.
Bunlardan ikisi bana önemli geliyor.
İlk sonuç, krizin iç gelişmelerine mesafeli olanların siyasi tavır, tutum ve algı dünyasıyla ilgilidir.
Kriz hem bu kesim üzerinde, hem onlar üzerinden etkili sonuçlar üretmiş görünüyor.
Nasıl?
Bu tür somut, kanlı, canlı, saray içi gerginlikleri ifade eden kriz anlarında en tehlikeli işlerden birisi, olan bitene dışarıdan ve genelleme yaparak bakmak, "bu olabilir, bu olamaz" tarzı "politik ve sosyolojik tatonmanlar"la yol almaya kalkmaktır.
Bugün bu durumun pek çok örneği var...
Krizi, Ergenekon'a bağlamak, aktörsüz bir yargı ya da bürokrasi hamlesinin sonucu olarak değerlendirmek, hükümetin aldığı tedbirlere fokuslanarak açıklamak, İsrail'in parmak izlerinin peşinde koşmak bunlar arasında bulunuyor...
Bu tür, tavır almayla sınırlı akıl yürütmeler, kafa karıştırır ve krizin özünü örten işlev görürler.
Nitekim kamuoyunda krizle ilgili "ilkesel ve demokratik algı"nın oluşmasını bir anlamda engelliyor, türlü aklamalara davetiye çıkarıyorlar.
Dikkatimizi çeken ikinci sonuç daha çok "iktidar grupları"yla alakalıdır...
Görülüyor ki, krizin patlaması sırasında muhafazakâr kesime hakim olan "kızgın ve açık dilli" uslüp, yerini yavaş yavaş, "ölçülü ve örtülü" bir tutuma bırakıyor.
Önce ittifak sonra çatışma görüntüsü veren menşei aynı olan farklı eğilimler, iddialarını sürdürmek ve durdukları zeminlerini korumakla birlikte, ortak bir şekilde "sorunu örtme" istikametinde ilerliyorlar.
Bunun pek çok nedeni var.
Bütünlüğü koruma, her bir eğilimin alacağı yarayı en aza indirgeme, dayanışma, kişisel endişe faktörleri bizce bunların önde gelenleridir.
MİT krizini iyi izleyen isimlerden, Abdülkadir Selvi'nin hükümet çevreleriyle ilgili şu tespiti önemliydi:
"Şimdiye kadar Ergenekon'a karşı birlikte mücadele ettiğimiz, askeri vesayete birlikte karşı çıktığımız, Türkiye'nin yargı vesayetinden kurtulup, demokratik bir ülke olması için beraberce çalıştığımız kesimlerle köprüleri atmadan, yaralar açmadan bu mücadeleyi yürütmeliyiz şeklinde bir yaklaşım hâkim. Gönül bağlarını koparan, dostluk köprülerini yıkan öfke seline kapılarak adım atmaktan kaçınılıyor..."
Ali Bulaç ise Zaman Gazetesi'nde "Fitne" başlıklı yazısıyla aynı tabloya başka bir açıdan fırça atıyordu:
"Müslüman gruplar kendi içlerinde tabii bir işbölümü içinde olagelmişlerdir. 'Politik İslam'ı Milli Görüş; 'Sosyal İslam'ı cemaatler ve tarikatlar" 'Kültürel İslam'ı irili ufaklı bağımsız gruplar oluşturmuşlardır. Her üç grup da birbirlerine karşı görece özerk olagelmiştir, ama bir noktadan sonra da birbirlerini geriden beslemişlerdir. (...)
AK Parti'nin geleneksel Milli Görüş çizgisini gözden geçirip iktidara yürümesi, eşzamanlı cemaatlerin -tek bir cemaat değil- ona toplumsal olarak da destek vermesiyle mümkün oldu (...)
Geldiğimiz nokta bu işbirliği ve dayanışmayı zorunlu kılıyor; her türlü temellük, inhisar ve fitneden uzak durmayı gerektiriyor. Bugünkü olaylara yakın, dar açılardan değil, 300 yıllık bir perspektiften bakmalıyız. (...)
Kardeşçe, adaletle, paylaşarak ve fedakârlık yaparak yolumuza devam etmekten başka seçeneğimiz yok..."
Dikkat çekici telkinler bunlar...
Kamuoyunun çarpık beslenme kanalları yanında, bu tespit ve beklentiler krizin nasıl yol alacağına dair kimi fikirler veriyor.
Muhtemelen ilgili aktörlerin izleyeceği yol "bir miktar geri çekilme", "biraz dayanışma" ve "ölçülü törpüleme" olacak...
Siyasi iktidar tüm sistemin sağlıyla değil, sadece kendi sağlığıyla ilgilenecekse, yani büyük bir düzeltme olmayacaksa, umarız, hiç olmazsa ittifaktaki her eğilim kendi sivriliklerini ve baskın durumları törpüler...
Bu noktada hükümete düşen, her şeyden önce, "emniyet ve yargı alanının acilen demokratik, hukuki bir işleyişe kavuşturulması"dır.
YENİ ŞAFAK