Bu köşeyi takip edenler, modernliğin derin bir krizden geçtiğini defaatle söylediğimizi hatırlayacaklardır. Esasında daha 1990'larda iki kutuplu dünya dağılırken, paradigmanın kendisi de sarsıntı geçirmişti.
Bir süre, Batı'nın liberal felsefesinin bundan sonra ebediyyen hükümferma olacağı masalıyla insanlar oyalandı. Komünizmin yenilmesi, liberal kapitalizmin zaferi olarak takdim edildi; biz o gün de kaldırılan cenazenin içinde sadece komünizm değil, tabut içinde tabut iki cenazenin kaldırılmakta olduğunu yazmıştık. Şimdi liberal kapitalizm masalına, anlatıcısı Fukuyama da ne inanıyor ne savunuyor. Fukuyama, zaferini ilan eden liberalizmin, buna katılmayanları global rezervasyonlarda tutabileceğini, dolayısıyla çatışmalara ve savaşlara gerek olmadığını söylüyordu. Oysa hakikatte ortada bir zafer filan yoktu, derin bir bunalım vardı ve bu ancak küresel boyutlarda bir çatışma ve askerî müdahale ile bir süre daha ertelenebilirdi.
11 Eylül, liberalizmin krizine can simidi gibi yetişti. İktidara gelen neo-conlar, gelişme dinamiklerini tüketmiş bulunan bütün büyük güçlerin ve imparatorlukların yaptığı gibi, başını ABD'nin çektiği Batı'nın iç derin çelişkilerini dışarıya ihraç etmek –belki de kusmak- amacıyla iki İslam ülkesini (Afganistan ve Irak) işgal ettiler. Bernard Lewis'ten mülhem Samuel Huntington'ın geliştirdiği "medeniyetler çatışması" tezi bunun 'meşruiyet çerçevesi'ni çiziyordu. Kriz tek bir faktörle atlatılabilirdi, "ötekileştirilmiş bir düşman"a karşı başlatılacak küresel saldırı ile.
Günün birinde bunun daha detaylı bir analizini yapma fırsatımız olabilir. Şu kadarını söyleyelim ki, 21. yüzyılın ilk yıllarında dünya genelinde gözlenen likidite fazlalığı geçici bir refah dönemi sağladı. Hz. Yusuf'un tam yetkiyle maliye bakanı olduğu eski Mısır'da olan, küresel ölçekte dünyada da oldu. Şimdi 7 yıllık refahın arkasından 7 yıllık büyük kıtlık dönemi başlamış durumda. Fakat bu, sadece ekonominin krizine değil, politik ve epistemolojik krize işaret eden bambaşka bir şeydir.
Tabiatta birtakım yasalar geçerli olduğu gibi tarihte ve gündelik hayatta da birtakım yasalar vardır. Bunlar, sosyal bilimlerin araştırma alanına giren cinsten yasalar değildirler. Çok başka varlık mertebelerinden bizim hayatımızda etkilerini gösterirler. Afganistan ve Irak'ın işgaliyle 1,5 milyon Müslüman'ın hayatını kaybetmesi, bu yasaların işlemesini sağlayan önemli amildir. Bugün başlayan ekonomik krizin manevi ve maddi sebeplerinden biri Amerika, İngiltere ve diğer koalisyon ortağı ülkelerin iki İslam ülkesine çektirdiği acıdır. 2006'da maddi olarak Amerika ve İngiltere'nin, Iraklıların 2 trilyon dolardan fazla petrollerini çaldıkları, esasında savaşın maliyetinin de bu civarda olacağı hesaplanıyordu. Bugün rakamlar artmış olsa da, çalınan petrol ile savaşın maliyeti birbirine yakındır. Denilecek ki, Amerika'nın kazancı ne oldu?
Bu sorunun cevabı, işgale kimlerin zaviyesinden baktığınızla ilgilidir. Eğer petrol ve silah şirketleri ile Yahudi lobilerin zaviyesinden bakarsanız, çalınan petrol geliri bunların cebine inmiştir. Amerikan halkı, yani vergi mükellefleri açısından bakarsanız, hakikatte trilyon dolarlar Amerikan halkının cebinden çıkmıştır. Bir ülkeyi çökerten şey, halkın genelinden paranın çıkıp küçücük bir azınlığın cebine inmesidir. Bu, merkez üssü Amerika'da olan büyük ekonomik krizin ilk başlangıcı hakkında bize bir fikir verebilir.
Kısaca, Amerika ve Batı'nın iki İslam ülkesine karşı işlediği ağır cürümün manevi faturası, ekonomik kriz olarak karşımıza çıkmış bulunmaktadır. Bizde Şubat 2001'de patlak veren krizin en önemli sebebi 28 Şubat ortamında bir avuç muhterisin bankaları boşaltması, halkın önüne 50 milyar dolar fatura çıkarmasıydı. Amerika'daki kriz de neo-conların gezegen ölçeğinde İslam'a ve Müslümanlara karşı ilan ettikleri 28 Şubat sürecinde, Afganistan ve Irak'ı işgal etmeleri ve bu işgalin Amerikan halkına trilyonlarca dolarla ifade edilen muazzam bir faturaya yol açmasıdır.
ZAMAN