Son 10 yıla damgasını vuran dış politikamızın kritiğini yapma zamanı gelmedi mi? Bir şeyin kritiğini yapmak demek, yolunda gitmeyen bazı şeylerin varlığını veya gidiyor da tarzını ve temposunu değiştirme gereğini kabul etmek demektir. Bazı şeyler yolunda gitmiyor. Bu çizgide gitmeye ısrar edilirse başımıza bazı işler de açılabilir.
Son 10 yılın dış politikasını; "çok boyutluluk, komşularla sıfır ihtilaf ve proaktif tutum" şeklinde üç ana parametrede toplamak mümkün. Her üçü de görünürde doğru ve isabetli. Ancak zahirde doğru olan zamirde doğru olmayabilir. Zahir yanında zamirdeki faktörlere baktığımızda dış politikanın üç noktada malul olduğunu görüyoruz. Bunlar da:
a) Türkiye, Batı ittifakının üyesidir; Batı ile İslam dünyası arasında giderilmesi hayli zor çatışma noktaları var (Enerji kaynaklarının temellükü ve tasarrufu; Filistin sorunu ve İsrail'in değişmeyen tutumu; bölge kendini mi değiştirecek yoksa Batı'nın değişim projelerini mi takip edecek ve dinin/İslam dininin modern dünyada yer alacağı konum ve rol ne olacak?) İki dünyanın (jeopolitik, ekonomik ve sosyo-kültürel) çıkarları, temel yönelimleri farklılığını muhafaza etmektedir. Kritik bir zamanda Türkiye, bölgenin yanında değil, Batı'nın yanında yer alıyor, bu ise başlayan toplumsal patlamalarla iktidara gelecek yeni yönetimlerle Türkiye'nin -hükümet veya devlet düzeyinde- ilişkisine bir halel getirmese de, asıl kitlelerle çatışma potansiyellerini aktif hale getirecektir.
b) Türkiye'nin son derece ciddi iç sorunları var: Savaşa dönüşme istidadı gösteren Kürt sorunu, kırılgan ekonomik büyümenin üstünü örttüğü gelir adaletsizliği, yoksulluk, işsizlik ve çalışma şartlarının küresel sermayenin arzu ettiği biçimde kötüleşmesi; sosyal barış ve iç toplumsal birliğin uğramakta olduğu aşınma. Türkiye, kendi içinde kavgalı. Evinde kavga sürüyorken, apartman ve mahalle komşularının evlerine akil adam sıfatıyla nizam vermeye kalkışıyor, birileri ona mahallenin liderliğini empoze ediyor. İç sorunlarını çözmeden pro-aktif tutum takındığında, bölgesel güçler bu sorunları Türkiye'nin aleyhine yıkıcı güç şeklinde kullanabiliyor. Son terör eylemleri bunun kanıtı.
c) Türkiye, bölgeye açılır ve nazım rol oynamaya soyunurken bölgenin tarihi, kültürel ve toplumsal yapısına uygun entelektüel birikimden yoksun olarak bunu yapıyor. Örgütlenme modeli "ulus devlet" formunun aşmış değil, hiç ihtiyaçları yokken Araplara önerdiği din-devlet ilişkisi bildik "laiklik" ve kültürel olarak ihraç ettiği (sembolik) değerler bizzat Türkiye toplumunu, aile yapısını çözen "Türk dizileri"dir. Ulus devlet, laiklik ve Türk dizileri, Platon'un resim sanatıyla ilgili söylediği şeye tamı tamına uyar. Bunların üçü de İslam ve Osmanlı mirasını dramatik bir biçimde reddeden, reddetmekle kalmayıp redd-i mirasla övünen Türkiye'nin Batı'dan "kopya ettiklerinin kopyası".
Bir parametre olarak "çok boyutluluk", "Ortadoğu merkezli bölgesel bir entegrasyonu" hedeflemiyor, "Batı eksenli çok boyutlu"luğu öngörüyor. Ben bunun ilk günden, kritik zamanlarda ve karar alma anlarında Türkiye'nin Ortadoğu halklarının yanında değil, Batı'nın yanında ve safında yer almak zorunda kalacağını söylemiştim. Örnekler ortada:
Fransa'nın NATO askerî kanadına dönüşünde, Rasmussen'in NATO Genel Sekreteri seçilmesinde, İsrail'in OECD'ye kabul edilmesinde ve en son NATO füze kalkanı sistemine bağlı radarların Malatya'da konuşlandırılmasında açık biçimde müşahede ettik ki Türkiye, Batılıların verdiği kararlara uyuyor, Batı'nın dediğini yapıyor. Dürüst ve tutarlı olmakta zaruret var: Temel tercihi NATO ittifak üyeliği, ABD ile model ortaklık ve AB üyelik süreci olduğundan esasında başka ne beklenebilirdi ki! Bu durumda "çok boyutlu dış politika" yönelimi Türkiye öncülüğünde bölgenin Batı'nın öngördüğü çerçevede yeniden şekillendirilmesi olarak belirlenmiş demektir. Türkiye bölgede hep bunu yapıyor, ama kendi inisiyatifini yeterince kullanamadığı için önleyebilecekken büyük dramların önüne geçemiyor. Somut örnek çöken Suriye politikasıdır.
ZAMAN