Ne zaman sohbetlerimizde “Emr-i Bil Maruf” bahsi açılırsa aklıma bu sorumluluğumuzu neden hep dürtülerle yapmaya çalıştığımız gelir. Oysaki Allah'a ve ahiret gününe iman eden biri bu sorumluluğu hayatının sıradan bir alışkanlığı/özelliği haline getirmesi gerekiyor. Yani ilahi mesajla buluşan biri çevresinde ateşe doğru giden hiç kimseyi ıskalamadan selam yurduna daveti en önemli işi bilmeli ve bu konudaki hassasiyeti en üst düzeyde olmalıdır.
Peki, bunu niye söylüyorum? Yine bir 28 Şubat arifesindeyiz ve kardeşlerimizin cezaevlerine tıkıldığı o karanlık yılların yıldönümü ve yine biz yıldönümü vesilesiyle tekrar hatırlama ihtiyacı duyduk bu kardeşlerimizi. Sadece bu tarihlerde mi hatırlamalıyız?
Doksanlı yılların başlarından itibaren bir korku filmini andıran ve 28 Şubat süresince devam eden kardeşlerimizin cezaevi süreci başlayalı yirmi yılı aştı ve kimseden hala ses seda yok. Hayatlarının baharında tanıştılar soğuk dört duvarlarla.
Yargı mensupları arasında İslam düşmanlığının prim yaptığı bir dönemde gözlerini kırpmadan en üst perdeden mahkûmiyetlerin savrulduğu ve dört duvar arasında ömürlerini tüketen gencecik filizler... “Tüketme” tabiri cümleye pek uymuyor gibi çünkü her ziyaretlerine gittiğimde hayata dair umutlarımı besleyerek ayrıldığım, kendilerini diri tutmuş, hayatın kaynağı ile daha güçlü bağlar kurmuş yüreklerle karşılaştım.
Ne kadar diri iseler de, insanoğlunun fıtri özelliği olan özgürlük duyguları belli ki her zaman bir umut beklentisi içerisinde. Özellikle Çözüm Süreci görüşmeleriyle varılacak bir barıştan sonra genel af büyük ihtimal olarak ufukta görülüyordu. Bu ihtimalin beslediği umutlar 7 Haziran seçimlerinden sonra karamsarlığa döndüğü yüzlerinden okunmaktaydı.
Hele de çatışmalı ortamın başlaması karamsarlığı hayal kırıklığına dönüştürdü. O günleri hatırlamak istemiyorum. Çünkü can sıkıntısı o kadar fazlaydı ki; ziyaretleşmelerde “Umut besledikleriniz iktidarı da kaybetti, seslerini yükseltenlerin dostları da salıverildiler. Bizim için sesini yükseltecekler nerede?” sitemiyle karşılaşmak kaygısıyla bir müddet gözlerine bakacak cesareti kendimde göremedim.
1 Kasım seçimlerinden sonra kardeşlerimizde yok olmaya yüz tutmuş hayallerde bir nebze olsun ışık kırıntısı gördüm. Tabi ki bu sefer umut genel affa değil, İslami camianın oluşturması gereken duyarlılığa bağlanmış durumda. Çünkü bu ülkede baharın ne zaman geleceği meçhul. Yeni Türkiye, Yeni Anayasa, Genel Af ufukta gözükmüyor. Kardeşlerimiz böyle bir beklenti içindeyken biz hala “Kralın rüyasında yedi semiz inekle yedi başağı görmesini bekliyoruz!”
Belki birçok kardeşimiz zor bir konu diyor, hemen hemen tümünün yargılanması bitmiş, hukuki olarak bundan sonra bir şey üretmek mümkün değil kanaatinde… Ancak bu ülkede gündemlerin ne kadar hızlı değişebildiğini, yakın bir zamana kadar artık bunları kimse çıkaramaz dediğimiz Ergenekoncuların jet hızıyla nasıl salıverildiklerini hepimiz dizi seyreder gibi izledik.
Evet, zor bir konu ama bu kardeşlerimiz için her şeyi yapmaya değer. Müslüman tutsakların cezaevi süreçlerinde biz dışarıdakilerin iyi bir performans sergilediği söylenemez. Bari bundan sonra elimizden ne geliyorsa en ufak ayrıntıyı bile ıskalamadan yapabileceklerimizin azamisini yapalım. Belki bu konuda ortaya koyacağımız çabalar bir bağışlanma vesilesi kılınır gayretiyle elimizi çabuk tutmalıyız.
“Neler yapılabilir” sorusuna verilecek net bir cevap bilmiyorum, bu konuya hukukçularımız kafa yorarsa iyi olur. En azından cezaevleriyle zayıflayan, unutulmaya yüz tutmuş bağlarımızı canlandırmalıyız. Onlarla kuracağımız duygusal bağdan sonra yumuşak yataklarımızda hala rahat uyuyabilecek isek, “İyi uykular!” dilemekten başka ne kalıyor?
Şuna inanmalıyız ki; eğer biz güçlü bir duyarlılık dalgası oluşturabilirsek, adaletsizce yargılandıklarına adım gibi emin olduğum tüm bu kardeşlerimin özgürlüklerine de bu mazlumiyetleri kapılar aralayacaktır. Unutmamamız gereken son husus da şudur ki; bu süreç onların değil, bizim imtihanımızdır.