Sivil hakim ‘kozmik oda’ya giriyor. Yani bin yıldır kimsenin bakışlarını yöneltmeye bile cesaret edemediği bir kurumdan hesap sorulması ihtimali gündeme geliyor.
Tam bu anda da, ‘tarafsızlık’ teorisi ortaya atılıyor.
Askeri alan-sivil alan tartışması gündeme gelene kadar, Türkiye’deki çarpıcı suikastların, faili meçhul cinayetlerin devlet uzantılı olduğu konusunda bir konsensüs vardı. Abdi İpekçi’den Doğan Öz’e, Uğur Mumcu’dan Ahmet Taner Kışlalı’ya, Vedat Aydın’dan Musa Anter’e, Necip Hablemitoğlu’ndan Hrant Dink’e kadar değişik eğilimdeki insanların ‘merkezi’ kararlarla öldürüldüğü noktasında kanaat birliği gözlemleniyordu.
Geçmişte bazı yurtdışı temasları olsa bile bu cinayetlerin hepsi ‘yerli malı.’ Hedef de belli: Türkiye’yi bir kargaşa ortamına sokmak ve bu yolla askerin siyasete müdahele etmesinin koşullarını oluşturmak.
Hep böyle oldu. Geçmişteki darbeleri incelediğimizde bunu net bir şekilde görebiliyoruz.
Her ne kadar son dönemde, AK Parti konusundaki bazı saplantılı yaklaşımlar nedeniyle konsensüs bozulmakta olsa da, kısa bir süre öncesine kadar herkes bu konularda ortak bir tutum içindeydi. Sağcısı da solcusu da. CHP’lisi de MHP’lisi de, AKP’lisi de gerçeklerin farkında olduğunu belli ediyordu...
12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından darbecilere karşı bir konsensüs oluşmuştu. ‘Darbeye karşı sivil yönetim’ söylemi, darbe mağduru siyasetin ortak zemini haline gelmişti. Ama son dönemde bu konsensüsün gevşediğini ve darbeciliğin bazı siyaset, medya ve akademi çevrelerinde bir yükselen değer haline geldiğini gözlemliyoruz.
***
12 Eylül’den bu yana, seçimler yapıldı, siviller iktidar alanlarını genişletmek için halktan aldıkları desteği siyaset alanına taşımak için uğraşlar verdiler. ANAP, DYP, SHP, REFAH Partisi, tek başına ya da koalisyonlar halinde hükümet kurdular. Kurulan
her hükümet, zaman içinde, ‘asker-yargı-bürokrasi kapanı’na girdi. İsteyerek, bu gücü kabullenerek davrananlar da oldu, zorunlu olarak uzlaşanlar da.
Tabii, bu tabloya, İstanbul burjuvazisini, bürokratik elitleri ve ‘medyanın büyük ağırlığı’nı da eklemek gerekiyor. Ancak asker her zaman bu iktidarın ana gövdesini oluşturdu. Onlara sorulmadan ve onların izni olmadan hiç bir değişiklik yapılamadı, hiç bir ciddi adım atılamadı. Onlar da kendi iktidar alanlarına zarar vermeyecek değişikliklerle sınırlı bir uzlaşmayı kabul ettiler.
Bu müdahalelerden, Turgut Özal da, Mesut Yılmaz da, Tansu Çiller de, Necmettin Erbakan da, Erdal İnönü de, Bülent Ecevit de, Süleyman Demirel de nasiplerini aldılar. Bazıları ‘iman’a geldi, ‘uzlaşma’yı, sivil alanın bir kısmının militarizme bırakılmasını kabul ettiler.
Darbeciliğin ‘okuyan-yazan’ bazı kesimler içinde giderek yükselen değer haline gelmesi, meraklılarının artması ise son 7-8 yıllık sürece özgü bir durum...
***
Medya günümüzde bir şaşkınlık yaşıyor. Çünkü iş daha önce kolaydı. Asker merkezli bir iktidar kurgusu üzerinden işleri götürmek mümkün ve elverişli oluyordu. Bu yolla, gazete içi iktidarlar da, iktidar gazeteci ilişkisi de daha kolay ve sorunsuz yürüyordu. Her krizde belli gazeteciler ‘askeri’ olanın önemini kavrıyor ve gereğini yapıyorlardı.
Şimdi durum biraz zor ve karmaşık. Asker merkezli iktidar ekseni sarsılıyor. Ancak bu durum askerin de ötesinde çok köklü bir iktidarın sarsılması anlamına geliyor. Bu sarsıntı medyanın dayandığı burjuvaziyi de sarsıyor. Burjuvazi eski burjuvazi değil, asker eski asker değil, bürokrat eski bürokrat değil. Statükonun baş dayanaklarından birisi olan yargı zorlanıyor.
Bütün ‘zorlanan güçler’ direniyorlar. Az zayiat vermeye, yaşadıkları gerilemeyi yavaşlatmaya, iktidar alanını terk etmemeye çalışıyorlar.
Ak Parti bir ‘tek parti diktatörlüğü’ kurmak istiyor da, bu güçler buna mı direniyor? Elbette hayır... ‘Askeri alan’ın daralması, demokrasisi alanının genişlemesi anlamına gelir. Siyaset biliminin temel ilkeleriyle çelişkiye düşmek istemeyen herkes, bu gerçeği algılayabilmektedir.
Bugün Türkiye’de yaşanmakta olan süreç, üç buçuk askeri darbenin artığı olan militer rejimin temizlenmesi. AK Parti bu işin sadece belirli bir kısmının üstesinden gelebiliyor. Köklü bir değişiklik için, köklü bir kitlesel demokratik dalgaya gerek bulunuyor.
‘Sosyal demokratlar’ın bu kadar statükocu olduğu bir ülkede, sivilleşmeyi, demokratikleşmeyi siyasi İslami gelenekten gelen bir akımın tek başına derinleştirebilmesi beklenemez.
Ak Parti, geleneksel partizanlıktan ari olan bir parti değil. Ancak insaf edelim, ‘kozmik oda’ya girildiği günlerde, onları faşizmle suçlamak biraz garip kaçıyor.
‘Kozmik oda’ ile oraya giren hâkim arasında ‘tarafsızlık’ olmaz.
RADİKAL