Son zamanlarda vuku bulan olaylara bakalım: 5 Şubat 2006'da Trabzon'da Santa Maria Katolik Kilisesi Rahibi Santoro, ayin sırasında uğradığı silahlı saldırı sonucunda hayatını kaybetti.
18 Nisan 2007'de Malatya'da İncil dağıtan bir yayınevinde Alman uyruklu Tilman Ekkehart Geske ile Necati Aydın ve Uğur Yüksel, boğazları kesilerek öldürüldü. Mardin-Midyat Barıştepe köyü Mor Yakup Manastırı'nda görev yapan Süryani Rahip Edip Savcı, fidye için kaçırıldı. Hrant Dink'in sadece Ermeni olduğu için öldürüldüğü herkesin malumu. Aralık 2007'de, önce İzmir-Karşıyaka'da Saint Antuan Kilisesi Rahibi Adriano Francini bıçaklı saldırıya uğradı; ardından Antalya Aziz Pavlus Kilisesi Rahibi Ramazan Arkon'a suikast planlandı.
Bu olayların münferit olup belli bir konjonktürde vuku bulduğu söylenebilir. Zahiren bu böyle olsa da, zamirde "modern Türkiye'nin toplumsal kültürü"nde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını gayrimüslimlere karşı hoşgörüsüz kılan, zaman geçtikçe daha da şiddetlenen bir damar var. Bu, tamamıyla 20. yüzyılın ilk çeyreğinde devletin benimsediği "politik kültür"den kaynaklanmaktadır.
Kabul etmek lazım ki, ciddi bir durumla karşı karşıya bulunuyoruz, henüz yeterince bunun yakın tarihe uzanan köklerine inmiş değiliz. Toplum, olup bitenler konusunda bilgisiz. Bu yüzden çoğu zaman söz konusu saldırı ve cinayetlerin "münferit olaylar, gençlerin kızgınlığı, arızi vakalar" olduğunu düşünüyoruz. Öyle değil.
Muhtıralar verilirken, karakol baskınları üzerine kıyametler koparken, askerin sivil siyasetle ilişkileri tartışılırken, hiç ortalıkta gözükmeyen Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün 10 Kasım törenlerinde Brüksel'de söylediklerine kızıyoruz. Yerden göğe kadar haklıyız; başka bir ülkede olsa bu zatın çoktan görevinden istifa etmesi gerekirdi. Öyle olmadı, sözlerinin arkasında durdu, "Benim söylediklerim 80 sene öncesine ait şeylerdi." demekle yetindi. Aslında durup dururken konuşan biri olmadığı halde Gönül'ün bir anda bu sözleri sarf etmesi çok manidar. Sözlerini seçerek kullandı, belki de bir 'mesaj' vermek istedi. Kişisel olarak bu beni çok rahatsız etti, içim burkuldu ve sanki yakın gelecekte uygulanmak üzere kötü şeylerin planlandığı yolunda bir zehaba kapıldım. Bir yandan Başbakan "beğenmeyen çeker gider" diyor, diğer yandan Savunma Bakanı bugüne atıfta bulunarak yakın tarihin dehşetengiz bir olayını hatırlatıyor.
Acı olan şu ki; Vecdi Gönül'ün söylediklerinin tümü doğru. (Bkz. Fuat Dündar, Modern Türkiye'nin Şifresi, İletişim-2008) Kitap, İttihat ve Terakki'nin, Cumhuriyet'e de intikal eden "etnisite mühendisliği"ni anlatıyor.
Gönül'ün söylediklerinde yanlışlık yok. Yanlış olan, bu zihniyetin bugün de kurucu ideolojinin vazgeçilmezi olarak savunulması ve elbette Kürt sorunu bahane edilerek adeta aba altından sopa gösterilmesi. Yazık ki bütün bunlar "Tek vatan, tek bayrak, tek devlet, tek milleti beğenmeyen çeker gider" tehdidiyle örtüşme halinde. Tarihsel miras bu. Bu yüzden aktüel siyasette kendinde azıcık güç ve yetki gören, kızdı mı hemen bir başkasını ülkeden kovma hakkını kendinde bulabiliyor:
Bu "etnisite mühendisliği" hâlâ siyasî kültürün ana kodlarını teşkil ediyor, her fırsatta nüksediyor. Hatırlayalım: 1970'lerde "Komünistler Moskova'ya" diye bağırılırdı. 90'larda "Mollalar İran'a" sloganları yükseldi. Arkasından "Arkadaş, biz buyuz, ya sev ya terk et!" tehdidi geldi. Demirel "Başörtülüler Suudi Arabistan'a gitsin" dedi. Ne kadar hazin, şimdi mağdurların, kovulmuşların, "kendi yurdunda garip ve parya olanlar"ın umudu olarak seçilen Başbakan "Beğenmiyorsan çeker gidersin" diyor. Herkes kendi "öteki"sini kovarsa halimiz ne olur! Kanunsuz gösterilere karşı pompalı tüfek kullananları Başbakan "sabrın da bir sınırı var" diye tolere ederse, iktidar partisinin milletvekili "Devlet ve millet düşmanını tabii ki vururum" deyip ihkakı hakkı meşrulaştırırsa nasıl bir arada yaşayacağız?
Sakin olmamız, ama yüzleşmemiz lazım. Bu dinî-etnik arındırmaya dayalı politik kültür toplumsal refleksler haline geliyor. Vahim olan bu!
ZAMAN