Harun İlhan / Düşünce Günlüğü
Kötülüğün sıradanlığı ve Hannah Arendt
Aristoteles, siyaseti; en iyi olanı bulma ve ona göre yaşama etkinliği olarak değerlendirir. Şehvani arzuları dindirmek ve belirli bir ahlâk temelinde ortak bir yaşam kurmak, insanlık tarihi boyunca herkesin hayallerini süslemiştir. Fakat bu hayaller, gerçeklik duvarına çarptıklarında ortaya bir uçurum çıkar: Olan ve olması gereken. İnsan, devlet ve yasalar hakkında düşünen herkes bu uçurumun nasıl kapatılacağı ve iki hasım kardeşin nasıl barıştırılacağı konusunda ömrünü geçirmiştir. Siyaset bilgisinin amacı ise içinde bulunulan şartlar altında dengeyi bulmaya çalışmaktır.
Olan ve olması gereken arasında süregelen politika içindeki bu kadim gerginlik, modern dönemde reel politiğin zaferiyle sonuçlandı. Ahlâki ilkeler, artık yalnızca reel olana bağlı bir sonuç haline geldi. Misal Machiavelli’nin ‘Prens’i, mutlak iktidara ulaşana kadar her yasanın askıya alınması gerektiğini savundu. Ya da Thomas Hobbes’un ‘Leviathan’ı, ölümü göstererek her türlü baskıyı meşru göstermeye çalıştı. Bu anlamda modern dünyada iktidar, her şeyi belirleyen ama kendisi müphem kalan bir anlama sahip oldu. Tam da bu noktada, olanın müphemliğine olması gerekenin ufkunu yerleştirecek bir isim kazandı bilim dünyası. Hannah Arendt, yaşamı boyunca reel politikle moral politik arasındaki bu sıfır toplamlı oyuna şahitlik etti. İmparatorlukları, demokrasileri ve faşist rejimleri gören düşünür, siyasetin eski mabetleri yıkarken yerine nasıl yeni mabetler kurduğunu en derinden hissederek anlamaya çalıştı.
DEĞERLERİN DECCALI VE KÂBUS
Arendt, yirminci yüzyılın başında doğar. Kronolojik olarak yirminci yüzyılmış izlenimi veren bu zaman dilimi, aslında insanlık tarihinin en çarpıcı, en yıkıcı ve Eric Hobsbawm’ın tabiriyle ‘en uzun yüzyılını’ oluşturacaktır. Dünyanın yeni idealler merkezinde kurulduğu ama zamanın şartlarına dayanamayıp çöktüğü bu süreçler, aynı zamanda Arendt’in ilerleyen yıllardaki entelektüel kimliğinin ve siyasal duruşunun da temellerini atacaktır.
Daha gençlik yıllarında kafasındaki bu sorunlarla boğuşur ve felsefe doktoru olur. Fakat bu evrede, hayatının dönüm noktalarından biri gerçekleşecektir. Değerlerinin deccalı olan Hitler, genç Arendt’in dünyasına bir kâbus gibi çöker. Arendt, modernliğin yaşadığı belki de en büyük kırılma olan faşizm için katmerli bir düşmandır. Hem liberal değerleri savunur hem de bir Yahudi’dir. Biyografisindeki bu altüst oluş aynı zamanda sevdiği, kendisinin bir parçası gibi gördüğü her şeyden de bir kopuşu getirecektir. Buna, ülkesinden başka diyarlara göç etmek kadar hayal kırıklığına uğramak da dahildir. Bunun en bilindik örneklerinden biri ise Arendt’in hocası ve en değer verdiği insanlardan biri olan Martin Heidegger’in faşizmi desteklemesidir. Artık Arendt, yersiz yurtsuz bir şekilde dolaşacaktır.
Arendt yaşamı boyunca siyaseti, insanlığın tek gerçek durumu olarak görür. Ona göre insan ne iki ayağı üstünde duran, ne de alet yapan bir varlıktır; insan yalnız ve yalnızca siyaset yapar. Kendisine göre siyaset, bir var oluş biçimidir. Eski Yunan siyaset felsefesine ve üstadı Aristo’ya olan düşkünlüğü de bu anlayıştan kaynaklanır.
Aristo’nun en iyiye yönelik arayışı ile meşhur aydınlanma düşüncesinin kalıcı barışı arasında bir ittifak kurmaya çalışır. Bu ittifak, bütün zıtlıkları birleştirmeyi, düşmanları barıştırmayı, tezatlıklardan dinamik ama ahenkli bir bütün üretmeyi amaçlar. Siyaset, bir sorun çözme etkinliğidir ama yeni sorunları üretme pahasına gerçekleşecek çözümler! Yazılarında bu durumun tamamen bilincinde olduğunu gösterir. Başka bir deyişle kendisi için her kurtuluş vaadi, içten içe başka esaretlere gebedir.
FAŞİZM VE STALİNİZM'İN HAYALETLERİ
Siyasetin çözüm ürettiği kadar sorun da ürettiğini bilen Arendt, eserlerinde her politik sistemin bir şeyleri içeriye alırken bir şeyleri de dışarıda bıraktığını incelikli bir şekilde gösterir. Modern toplum, bütün insanlığa ideal bir düzen sunmanın, evrensel değerler çerçevesinde insanları birleştirmenin arayışında olurken aslında sürekli dışarıda birilerini bırakır. Daha doğrusu, dostlarının arasındaki dayanışmayı sağlamak için kendi günah keçilerini icat eder.
Siyaset, bu düşmanın karşısında teyakkuz halinde olmaktan alır tüm hayat kaynağını. Bundan dolayı her dönem bir düşmana ihtiyaç duyar. Hal böyleyken Arendt, yaşamı boyunca faşizmin ve Stalinizm’in hayaletleriyle boğuşur. Fakat onun için yirminci yüzyılın en şok edici bu iki sistemi birer istisna değildir. Bu sistemler, anlamını politik durumun sıradanlığında bulur. Çünkü siyaset, iyilikler vaat ederken kötülüğü de sıradanlaştırır.
20. yüzyıl itibariyle dünya siyaseti, galip ve mağlup taraflarıyla her daim bir cadı avı yürütürken ölümünün 47’nci sene-i devriyesinde Hannah Arendt, ‘olan ve olması gereken’ arasındaki boşluğun ne türden illüzyonlarla kapatıldığını görmek isteyenlere yol göstermeyi sürdürüyor. Siyasetin sıfır toplamlı oyununda insanlık için bir şeyler ümit etmek isteyen herkese Arendt, hâlâ nice fırsatlar sunmaya devam ediyor.