Sabah saatin dördü.
Gün henüz ışımamış. Diyarbakır’da kaldığım otelin penceresinden sokakları seyrediyorum.
Sabah ezanları okunuyor, kuş sesleri geliyor. Şehir sakin bir güne başlıyor.
Temizöz Davası’nı izlemek için Ufuk Uras, Gülçin Avşar ve diğer arkadaşlarla birlikte İstanbul’dan geldik.
Bu davanın unutulmasını ve unutturulmasını istemediğimiz için. Kirli bir savaşta yitip giden canlara karşı borcumuz olduğuna inandığımız için...
Bu dava sahipsiz olduğu için… Davanın ilk günleri, gruplar halinde gelip basına fotoğraf veren BDP’lilerle onlara yakın avukatlar ordusu daha sonra uğramayı unuttuğu için...
Ergenekon Davası’na kayıtsızlığını “iyi ama Fırat’ın doğusuna gitmiyor”a bağlayan ama artık bahanesi tükenen Türk solu ilgisiz kaldığı için…
Diyarbakır Barosu üstüne düşeni yapıyor. Ama mahkeme salonunu korucu yakınları domine ediyor ve yakınlarını kaybetmiş 16 acılı kadın, sessizce, eşlerinin ve oğullarının katili olarak teşhis ettikleri insanlarla aynı ortamı paylaşıyor.
Arada ikisiyle konuşuyorum. Orta yaşlı bir ev kadını, yargılanmakta olan bir kişinin ismini söylüyor. “Kocamı alıp götüren oydu” diyor, “iki çocuğumu alıp evine gittim, bırak dedim, ama köpeklerini üstüme saldırttı, …nın evine sığındım” diyor.
Adliye binasında birçok tanıdığa rastlıyorum. Mersin barosundan avukat bir arkadaş yan salonda Kürtçe savunma krizine takıldığı için ilerlemeyen ve dolayısıyla pratik olarak hiçbir katkısının mümkün olmadığı KCK davasına destek için gelmiş. Ama o da öteki “duyarlı” arkadaşlar da yan salondakine uğramıyorlar.
**
BDP bu davaya ilgi göstermiyor. Brüksel’de Dersim Konferansında Sabahat Tuncel’e soruyorum, aldığım cevaba inanamıyorum: “Sanki kimse mi kaldı gidecek, herkesi içeri aldılar” türünden bir şey söylüyor.
Düşünebiliyor musunuz, Diyarbakır’da koca salonda biz yedi kişi varız, yedimiz de İstanbul’dan gelmiş, korucu yakınlarının arasında kaybolmuş durumda davayı izliyoruz, ama Diyarbakır’da kimse kalmamış. 14 Temmuz mitingine gidecek kimse çok, ama Temizöz davasına yok!
Elbette gerçek neden bu değil. BDP’nin baştan beri davaya kayıtsızlığı da bilinçli bir tercih. Çünkü KCK Davası “Hükümeti” vuruyor, Temizöz Davası “Devleti.” Daha doğrusu “AKP Devleti”nin itişe itişe kendisine yer açmaya çalıştığı Kemalist oligarşinin devletini.
**
Gültan Kışanak’ın Uludere sonrası Meclis konuşmasını hatırlıyorum.
Racine’in Andromak’ındaki gibi güçlü bir tiratla sesleniyordu dinleyenlere, “hiç mi vicdanınız sızlamadı” diyordu, “bu katliam karşısında tüyleri ürpermeyenin insanlığından da vicdanından da şüphe duyarım” diyordu.
Haklıydı.
Ama onu dinlerken, aslında onun bir cinayeti kınamadığını biliyordum. Yarın PKK öldürdüğünde aynı tiradın onda birini duyamayacağımızı da. Nitekim öyle oldu. Hala da öyle.
Çünkü sadece o değil, diğer BDP’liler de kötülüğü aynı terazide tartmıyor. Tıpkı birilerinin Kürtlere karşı işlenen cinayetleri aynı terazide tartmadığı gibi.
O zaman anlıyorsunuz ki onların asıl kınadıkları işlenen cinayetin kendisi değil.
**
Antep’teki vahşeti ister PKK yapmış olsun ister olmasın, bunun ona bakışımızı değiştirmemizi gerektirecek bir anlamı yok. Sonuçta kan dökmekten kaçınmayan bir örgütten söz ediyoruz ve onun bayramı kana bulayan diğer cinayetleri de daha az kötü değil.
Ama Kürt milliyetçiliğiyle malul olanlar bunu göremiyor. Tıpkı Türk milliyetçiliğiyle malul olanların devletin işlediği cinayetleri görmeyi tercih etmedikleri gibi.
Milliyetçilik körleştiriyor.
Bir diğer sorun ise, kendisinden kanaat önderi olması beklenen pek çok ünlü ismin “muhalif aydın” olmanın raconunu hakikate şahitliğe tercih ediyor olması.
Diğer bazılarının sorunu ise, doksanlı yılların sistematik devlet terörü, JİTEM, faili meçhuller ve yargısız infazlar döneminde sabitlemiş olmaları ve hala o yılların refleksleriyle hareket etmeleri.
O yıllardan bugüne nelerin değiştiğinin farkında olmamaları. Belki de görmenin yükleyeceği sorumluluktan kaçmaları.
**
Bugün bu ülkede silahlı mücadelenin koşulları yok. Silahlı mücadelenin koşullarının bulunmadığı bir ülkede ister sivil olsun ister asker veya polis, insan öldürmek cinayettir. Ama bu cinayet sürekli işleniyor.
Alper Görmüş son yazısında Hüseyin Aygün’ün şu sözlerine yer veriyor:
“Türkiye’deki aydınlar uzun süredir, PKK’nın kuyruğuna takılmış durumdalar. Eleştiri yapmıyorlar, sadece devlete, hükümete çağrı yapıyorlar. PKK da yapsa, Uludere’de Türk savaş uçakları da yapsa, şiddeti her zaman reddetmeliyiz. Çok vicdansız buluyorum, devlet bir şey yaptığında yerden yere vuruyorlar, örgüt, bir sürü kişiyi, sorgusuz sualsiz kurşuna diziyor, tek bir kelam etmiyorlar. Bir sivili öldürmenin gerekçesi olabilir mi? Türk gençleri yönünden bakan da yok, sanki onları bir ana doğurmadı. Şiddete bir girdiniz mi, şiddet sizi mahveder, örgütü de askeri de mahveder.”
Demokratlığı CHP’ye fazlasıyla bol gelen Dersim Milletvekili haklı.
Gerçekten de Türkiyeli aydınlar uzunca bir süre neyin değiştiğini fark etmediler. Ya da kolay olanı tercih ettiler, asıl mayınlı alana girmediler. Bazıları devlete ne yapmaları gerektiğini rahatlıkla söylerken aynı anda“biz PKK’ye ne yapması gerektiğini söyleyemeyiz” dedi, diğer bazıları da adaleti devlete duydukları haklı tepkiye kurban etti. Siyasi hatayı taammüden işlenmiş cinayetle aynı terazide tarttı.
Kendisini demokrat sanan milliyetçilerle aynı virüsü kapmış yeniyetme twitır kovboylarının alkışlamasını, zor bir pozisyonda dengede durmaya çalışmaya tercih etti.
Oysa birlik beraberliğe falan değil, adalet duygusuna her zamankinden fazla ihtiyaç duyduğumuz bir dönemdeyiz.
Belki de tek ihtiyacımız, kötülüğün kötülük olduğunu kabul etmek. Yapılması gereken, zalimi ve onun yaptığı kötülüğü mistifiye etmemek, şiddeti mantığa büründürmemek.
**
İnsanın yaşama hakkını siyasi sebeplerle ihlal etmek yapılan işi siyasi suç yapmaz. Siyasi sebeple insan öldürmek, siyasi değil, adi bir suçtur. Bunu yapanın mücadelesi de saygıdeğer değildir, onu meşru görenin tutumu da.
Ama herkesin çıldırdığı yerde birilerinin sağlıklı kalması gerek.
PKK kan dökmeye devam etsin veya etmesin, anadilde eğitim başta olmak üzere, Kürtlerin haklarını buna hiçbir biçimde sürece endekslemeden, isterse dünya yıkılsın, aynı kararlılıkla savunmak gerek.
BDP etnik husumeti kışkırtıcı milliyetçi tutum ve söylemlerine devam etsin veya etmesin, bizim herkes için siyasetin kanallarını genişletmeyi savunmamız gerek.
Hükümeti bunun için sıkıştırmak gerek, onun yanlışlarını açıkça dile getirip, eğildiği yerde düzeltmeye çalışmak gerek.
Bu yazıyı yazdığım sırada Hakkari’deki mayınlı saldırıyla dört asker hayatını kaybetti.
Şimdi bize düşen, PKK saldırılarını bahane ederek haklı öfkeyi Kürtlere yöneltmek isteyen karanlık çevrelerin, ulusalcı odakların, derin ve sığ güçlerin karşısında net biçimde durmak olmalı. Onların fırsattan istifade PKK ile aynı kanlı çarkı döndürme heveslerini kursaklarına tıkamak gerek.
Tüm yapılması gereken, teraziyi düzgün tutmak.
Düzgün tutmak ki, aklını ve vicdanını milliyetçiliğe ve başka türden kötülüğe kurban etmemiş olan herkes hakikati açıkça görsün.
STAR