Ali Bulaç’ın kendi sitesinde yayınladığı makale:
İki canlı varlıktan bir canlının çıkarılması bir tabiat yasasıdır. Her şey varlık aleminde ve kucağında yaşamakta olduğumuz tabiatta cereyan ediyor. Bunun ortaya çıkışı zorunlu muydu?
Bu soru bizi Eş’arilerle Meşşailer arasında sürüp giden bir tartışmaya götürüyor: Tabiat yasaları mutlak mı? Yani her ne olursa olsun, sebep sonuç ilişkisi mi geçerli? Meşşailer, yasaların geçerli olduğunu öne sürüyorlardı. Tabii ki eğer korona virüsü salt bir tabiat olayı ise, bu küresel olayda tabiat üstü bir anlam, amaç aramak gerekir mi?
İki şey olmadan tabiat olaylarını açıklamak mümkün değil: Biri tabiat rastlantılarla varlığını sürdürmüyor; milyarlarca sene süren bir düzen varsa, bu bir düzendir; düzen tesadüfe aykırıdır ve zerreden kürreye kadar varlıkta yer alan hiçbir şey tesadüfen düzen içinde yer almış değil.
İkincisi düzen, belli, sürekli, sebep sonuç ilişkisine göre sürer, beklenmedik vakıaların ortaya çıkması da düzenin kendisiyle ilgilidir; biz düzenin sürekliliğini sağlayan şeye “yasalar” diyoruz. Nasıl hukuk yasaları birileri tarafından tasarlanıp vaz’ediliyorsa, kozmik ve tabii yasalar da vaz’edilmişlerdir. Buna adetullah/sünnetullah deriz. Bizimle materyalistler arasındaki fark onlar toplumların, yasa koyucu olmadan hayatiyetlerini devam ettirdiklerini iddia etmiyorlar, ama şunda ısrar ediyorlar: İnsanlar yasa yapar ve toplumlar öyle yönetilir, tabiat için yasa koyan yok, tabiat kendi yasasını kendi koyar; tesadüfen!
Oysa düzen varsa yasa vardır, yasa varsa yasa koyucu da vardır. Yasa yoksa, Hobbes’un, Rousseau’nun farzettiği gibi “doğa durumunda insan” hayatı vardır, insanoğlunun bir dönem bu faraziyeye göre yaşadığını düşünsek bile, sonuçta yani günün birinde doğa durumundan siyasal topluma geçmiştir, ister demokratik ister otokratik olsun devlet belli yasalara göre işlemeye başlamıştır.
Fizik evrenle ilgili tesadüf ve düzen konusu varlığa bakışımızda derin bir perspektif ayrılığına yol açıyor. Herşey kendinde ise, her nasılsa aksamayan bir düzen kurulmuşsa, bu demektir ki tabiat üzerinde dilediğimiz gibi tasarrufta bulunabiliriz, nihayetinde tabiatın sahibi yok, tabiat kendinde bilinç de taşımadığından mülkiyeti bizimdir, onu temellük edebiliriz. Evrende ve tabiatta mevcut düzen bir tesadüf eseri ise, bizim bunun mutlak, değişmez kabul etmemizi gerektirecek bir sebep yok, biz bu düzeni değiştirebiliriz, üzerinde oynayabiliriz, kendi arzularımıza göre yeni bir düzen kurabiliriz. Aydınlanma felsefesinin temellendirdiği modernite tam da bunu telkin etti ve bu bakış açısı güç merkezleri tarafından küre ölçeğinde uygulanır hale geldi. Özeti gayet basit: Evren ve tabiat bir tesadüfün eseridir, üzerinde dilediğimiz tasarrufta bulunabiliriz.
Buna en büyük itiraz deistlerden gelebilir. Ancak onlar bir Tanrı ve Tanrı’nın varlığı yarattığı ya da varlıkla aynı mahiyeti paylaştığı fikrini öne sürecekler. Bu fikir de mevcut durumdan vazgeçilmesine yetecek güçlü argümanlara sahip değil. Çünkü eğer Tanrı varlığı yaratmışsa, deistler Tanrı’nın varlığı yaratıp öylece bıraktığını, işlerine karışmadığını, insandan da bir şey istemediğini iddia ettiklerinden, yine sonuçta insan dilediğini yapabilir noktasına geliyoruz. Tanrı insanla konuşmuyorsa, elçi göndermiyorsa insan ne yapsın, kendine terkedilmiş bir varlıkta bildiği, işine geldiği gibi işler yapacaktır. Teslisçi olmayan deist Newton, Tanrı’nın tabiattaki yasalarını bilip bilinen yasalarla yeni bir evren kurmanın Tanrı’nın da hoşuna gideceğini söylüyordu. Yunan tanrıları kıskanç ve bencildi, Aydınlanmacıların tanrısı ise sırlarının bilinmesinden kaygı duymuyordu, çünkü sonuçta bilinebilecek ve yeni bir evrenin kuruluşunda kullanılacak olan yine kendi yasalarıydı.
Fakat burada ciddi bir problem var: İnsan, Tanrı’nın muradını bilmeden nasıl O’nun yasalarını O’nun hoşuna gidecek şekilde kullanabilir? Tanrı konuşmuyor, insanla iletişim kurmuyor, evreni yaratıp öylesine bırakmış. Yasalarını kullanmamızın O’nun hoşuna gidip gitmeyeceğini de bilmiyoruz.
İkinci varsayım deisti daha çok zora sokar. Zira Tanrı ile varlık arasında mahiyet birliği varsa –birtür panteizm- bu durumda insanın evrenin veya tabiatın düzenine karışması, değiştirmeye veya geliştirmeye çalışması tanrının tabiatına, mahiyetine, zatına müdahale etmesi anlamına gelmez mi? Buna göre Tanrı kendini insana karşı savunamaz; insan tarafından geliştirilebilir. Tabitta içkin olduğundan savunmasız ve korumasızdır, insan onu değiştirebilir. İnsan tabiatı değiştirebiliyor, bozabiliyorsa Tanrının da tabiatını değiştirir, bozabilir, demektir.
Peki kendine dışarıdan müdahele edilen bir varlık tepki vermez, kendini savunmaz mı? Savunur. Bu durumda Tanrıyla mahiyeti aynı olan tabiat kendisine yapılan müdahalelere tepki veriyorsa, bu yine de Tanrı’nın cevabı, tepkisi anlamına gelmez mi? Bir deist buna “evet” diyorsa, Tanrı tabiatın bilincidir demektir ve bu bizi zorunlu olarak tabiatın tesadüfe dayanmayan bir düzene, bu düzeni tesis eden üstün bir irade fikrine sahip götürür ki, olup bitenleri anlamak için mahiyetleri itibariyle tabiat ile Tanrı’yı birbirlerinden ayırdetmemizi gerektirir. Yani mantıklı düşünme yetisini koruyan bir deist ister istemez tabiat-düzen ve Tanrı ilişkisinden tevhid inancına gelmek zorundadır.
Sanırım Korona olayının bize öğretmesi gereken ilk ders budur. Şimdi insan tesadüflerin eseri bir tabiatın kör kuvvetiyle çetin bir mücadeleye girişti. Diğerlerinden farklı olarak doğru dürüst teşhis edemediğimiz, milyon kere büyütüldüğü halde yine de tam olarak fotoğrafı çekilemeyen minnacık (zerre-altı) bir yaratıkla karşı karşıya bulunuyoruz. İki milyondan fazla kişiye bulaşan virüslerin toplam ağırlığının 1 gr. olduğu söyleniyor. Uzay filmlerinde dünyaya saldırılar dışarıdan geliyordu, bu virüsün ise nereden geldiği belli değil. Teşhis ve tespit edemiyoruz, henüz aşısı ve tedavisi yok ve olağanüstü bir hızla yayılıyor, dünyanın neredeyse tamamını ölümle tehdit ediyor.
“Kişi o gün, kendi kardeşinden kaçar; annesinden ve babasından, eşinden ve çocuklarından. O gün, onlardan her birisinin kendine yetecek bir işi vardır.’’ (80/Abese, 34-37).
Herkesin kendi başına kaldığı, kendini tecritle korumak durumunda olduğu bir zaman. Sanki mahşer kuruldu ve herkes kendi başının derdine düşmüş. Virüsün bulaştığı kişi hemen bir odaya kapatılıyor, sanki Nasıra’da cüzzama yakalanmış da şehrin kenarında bir yerlerde tecrid edilmiş bahtsızlar gibi.
Kartezyen felsefe sürprizlerden hoşlanmaz. İnsanın hayatı, kentler ve tabia akli bir düzene sokulur. Batıda herhangi bir kente giden doğuluları en çok hayran bırakan kentin ve tabiatın içinde yer aldığı düzendir. Herşey saat gibi işler, trenler dakiktir, gecikmez; ağaçlar arasında bile birkaç cm’lik boy farkı yok. Planlar, programlar, projeler, öngörüler, gelecek kestirimleri ve buna göre eksik olmayan yatırımlar.
Gelgör ki, Korona bir anda herşeyi altüst etti. Nükleer silahlar, bankalar, borsalar, parlamentolar, petrol kuyuları, istihbarat örgütleri, firavunlaşmış liderler… Bir anda aciz duruma düştü.
Korona Zülkarneyn’in “boynuzlu tacı”nı giymiş gibi doğudan batıya, güneyden kuzeye gezip duruyor. Deistin anlam haritasını parçalıyor, kibirli insana haddini bildiriyor.