'Korona Düzeni'nden 'Tek Dünya Devleti'ne mi?

Düne kadar teknolojinin, ticaretin, savaşların tam manasıyla gerçekleştiremediği “tek tip insan” esaslı yeni bir dünya düzeninin bu virüsle gerçekleştirileceği iddiaları ve bunun günlük hayata yansımaları ciddi ciddi tartışılmaya başlanmış durumda.

Analiz: Prof. Dr. M. Seyfettin Erol / AA

Çok ilginç bir dönemden geçiyoruz. “Özgür dünya” muhtemelen hiç bu kadar tutsak bir konuma düşmemiş, gücünün zirvesindeki insanoğlu kendisini bu kadar aciz hissetmemişti. Zira 400-500 mikro hücre çapına sahip bir virüs çivisi çıkmış, taşları yerinden oynamış dünyayı neredeyse teslim almış durumda. İnsanoğlu kendisine çok hızlı bir şekilde yeni alışkanlıkları, teknolojileri, araçları, değerleri, kavramları, anlayış ve düzeni, kısacası başlı başına yeni bir hayat tarzını, kendi yasasını dayatmaya başlayan yeni bir tür “düşman” ile karşı karşıya.

Literatürdeki adıyla yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgını, şimdiden yol açmaya başladığı küresel çaptaki çok boyutlu sonuçları itibarıyla, sadece tıbbın konusu olmaktan çıkmış vaziyette. Düne kadar teknolojinin, ticaretin, savaşların yumuşak ya da sert güç unsurlarının tam manasıyla gerçekleştiremediği “tek tip insan” esaslı yeni bir dünya düzeninin/sisteminin bu virüsle gerçekleştirileceği iddiaları ve bunun günlük hayata yansımaları ciddi ciddi tartışılmaya başlanmış durumda.

Bu noktada, “sebep-sonuç” ikilemi boyutuyla uluslararası ilişkiler literatüründe de hızlı bir şekilde yerini alan Kovid-19, komplo teorilerinden ötede bir konuma aday görünüyor. “Ortak tehdit/düşman/öteki” algısı üzerinden, görünürde işbirliğine dayalı sözde “ortak dünya” (fakat gerçekte/uygulamada “tek dünya”) inşası fikrinin aşamalı olarak bir kez daha bu kriz vesilesiyle gündeme getirilmesi, akıllara çok da yabancısı olmadığımız, fazlasıyla tanıdık bir hedefi ve bu kapsamda uygulamaya konulan bir senaryoyu getiriyor.

Bu tanıdık senaryoda en temel husus, hatırlanacağı üzere, “güvenlik” (daha doğrusu hayatta kalma karşılığında) “özgürlüğün” önemli bir bölümünün gönülsüzce de olsa devredilmesiydi. “Korku” ve “öteki/düşman” üzerine inşa edilmiş bu yeni dünya düzeni oluşumunda, yeni üst kimlik inşası ve bu bağlamda yeni insan tipi (Küresel İnsan [Homo Globalis]) de önemli bir yere sahipti.

“Küreselleşme” adı altında Amerikan hegemonyasını esas alan bu husus, devletlerin ilk oluşumuna damgasını vuran ve en son 11 Eylül’le zirve yapan çelişkiyi bir kez daha ortaya koyması açısından önemliydi. Nitekim ulus-devletler, varlıklarına bir tehdit olarak gördükleri bu çelişkiyi, esnek mukabele stratejisiyle başarısızlığa uğrattılar. 11 Eylül’le birlikte zirve yapan ve sonrasında eski gücünü kaybeden, ABD hegemonyası altında “Tek Kutuplu Dünya”yı hedefleyen bu senaryoda görünen o ki araçların adı, boyutu değişmiş ve etki sahası daha da genişlemiş bulunuyor. Yine 11 Eylül’de olduğu gibi, ulus-devletler bir kez daha küreselciler karşısında hazırlıksız yakalanmış durumda.

Dolayısıyla burada temel tartışma mevzuu olarak karşımıza, Kovid-19’un insan sağlığını tehdit eden bir virüs olmasından ziyade, yol açtığı sonuçlar itibarıyla uluslararası sistemde bir değişikliğe yol açıp açmayacağı hususu çıkıyor. Zira Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan belirsizlik-kaos durumu, daha önceki krizlerde olduğu gibi bu soruyu sormayı fazlasıyla haklı kılıyor.

11 Eylül’ün sonu mu?

Öncelikle şu tespiti yapmakta fayda var: 11 Eylül’ün ortaya koyduğu oyunun kuralları, araçları büyük ölçüde değişmiş olmakla birlikte, hedefi aynen devam etmektedir. Neo-conlar ABD’nin kuruluş felsefesini oluşturan sapkın Mesihçi anlayışa uygun “küresel devlet” inşa hedeflerini gerçekleştirmedeki ısrarlarını devam ettirmekteler. Bu noktada oyunu bir adım daha ileri taşımış olup, belki de en büyük kumarlarını oynuyorlar. Zira söz konusu araç ve bu bağlamda ortaya çıkan kriz kontrolden çıktığı takdirde, kıyametten payını bu kesim de alacaktır.

Peki, gerçekten de böyle bir riski alabilirler mi? Elbette hayır! Her ne kadar ABD liderliğinde bir dünya için “Kıyamet Lobisi” ile işbirliği/ittifak yapsalar da, hesap-kitap dahilinde buna fırsat vermeyeceklerdir. Nitekim gelişmeler, bu krizin de en azından şu an için kontrollü olduğunu gösteriyor. Açıkçası bu husus şaşırtıcı da değil. Çünkü bugüne kadar ötekilerin “kontrol edilebilirliği” ve “ikna ediciliği” her zaman için birinci derece aranılan/istenilen özellik olmuştur.

Haklı olarak, küreselcilerin niçin böylesi bir riski aldıkları sorusu sorulabilir. Cevap çok net: Çünkü 11 Eylül’de ortaya konulan bir “öteki” olarak “terör” ve “terörizmle mücadele” inandırıcılığını kaybetmenin ötesinde, sahada ABD’nin oyununu ve çıkarlarını tehdit etmeye başlamıştır. Bu bağlamda 11 Eylül’le sadece sahayı karıştırabilmiş, fakat sahadaki varlığını devam ettirebilmesi her geçen gün zorlaşmaya başlamıştır.

Neo-conlar 11 Eylül’le hedefledikleri Soğuk Savaş dönemi değerlerini, kurumlarını, kurallarını ortadan kaldıramadıkları gibi, bunların “önleyici” etkisiyle de muhatap olmaya başlamışlardır. Daha da ötesi, “Tek Dünya Devleti/ Hükümeti”ni esas alan küreselleşme süreci ciddi bir meydan okumayla karşı karşıya kalmıştır. Soğuk Savaş dönemindeki müttefiklerinin önemli bir kısmı ulusalcı cephede konuşlanmak suretiyle rakibi, hatta hasmı olmaya başladılar. Dolayısıyla sahada artan çok boyutlu maliyetler ve “ulus-devlet cephesinin” artan gücü ABD’yi, daha net bir ifadeyle “küreselcileri”, “ulusalcılar” ile yeni bir hesaplaşma süreci içine itmiş görünüyor.

Hollywood’dan al haberi

Küreselciler, 11 Eylül’ün bumerang etkisini kırmak için uzunca bir zamandır ulus-devletlerin karşı çıkamayacağı, dünya halklarını kendi liderlikleri altında bir araya getirecek bir “öteki” arayışındaydı. Açıkçası, yayımlanan birçok akademik/bilimsel rapor bir tarafa, Hollywood filmleri bile bununla ilgili çok önemli ipuçları veriyordu.

ABD menşeli ya da dünyanın değişik yerlerindeki küreselcilerle bağlantılı stüdyolarda hazırlanan filmlerde sıkça karşılaştığımız uzaylılar, uzaydan gelen tehditler (örneğin meteor) ya da yerkürenin aşırı ısınmasıyla ortaya çıkan küresel yıkım ve hatta ölümcül virüsler karşısında, insanoğlunun ortak bir liderlik etrafında birleşerek oluşturdukları kriz masası sahnesi, eminim birçoğumuzun belleğine kazınmış durumda.

Zira sınırların, ulus-devletlerin anlamını yitirdiği bu felaket anlarında insanlar, hükümetler tek bir şeyin peşinde oluyordu: Dünyayı ve dolayısıyla da canlarını kurtarmak. Bu kriz masası oluşturulmadan dünyayı tehdit eden bu belaların defedilmesinin imkânsızlığı da yine bu senaryoların belkemiğini oluşturmaktaydı. Peki, bu kriz masasında liderliği genelde hangi ülke üstlenmekteydi?

Yeni öteki olarak Kovid-19

Öyle görünüyor ki küreselciler ya da neo-con ekip bu ötekiyi bulmuş durumda. Bu öyle bir “öteki” ki, kendi içindeki muhalifleri bile dolaylı da olsa nihai hedefleri doğrultusunda ikna etmiş bulunuyor. Örneğin düne kadar neo-conların karşısında gösterilen Henry Kissinger bile, söz konusu yeni tehdit karşısında, dünya devletlerini küresel işbirliğine davet ediyor. Bunu yaparken de farkında olarak ya da olmayarak, adeta ulus-devletleri hedef alıyor, yaşanacak olası felaketten onları sorumlu tutuyor.

Kissinger aynen şu sözleri sarf ediyor: “Liderler krizle ağırlıklı olarak ulusal temelde uğraşıyor; fakat virüsün toplum çözücü etkileri ulusal sınır tanımıyor. İnsan sağlığına yönelik saldırı (umarım ki) geçici olacaktır ama meydana getirdiği siyasi ve ekonomik kargaşa nesiller boyu sürebilir. Hiçbir ülke, ABD bile, tamamen ulusal bir çabayla virüsü alt edemez. Anın gerektirdiklerinin ele alınması gereği son kertede küresel işbirliğine dayanan bir vizyon ve programla birleştirilmelidir. Eğer ikisini eşgüdümlü yapamazsak, olabilecek en kötü sonuçlarla karşılaşacağız”.

Yukarıdaki “kriz masasının vazgeçilmez lideri kimdir” sorusunun cevabını da içeren bu uyarıda, Kissinger dolaylı olarak tüm dünyayı ABD’nin liderliği altında “küresel işbirliğine dayanan bir vizyon ve programla” bir topyekûn savaşa davet ediyor.

Bu bağlamda Kovid-19 bir ABD üretimi (made in USA) olmasa bile, ABD’nin, “Tek Dünya Devleti/Hükümeti”ni hedefleyen neo-conların işine yarayabilecek bir kriz/fırsat olarak karşımıza çıkıyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) hedef haline getirilmesi örneği bile, bu fırsatın nasıl hemen değerlendirilmeye çalışıldığını göstermesi açısından dikkat çekici.

Dolayısıyla, bundan sonraki süreçte ABD ya da küreselciler, içeride ve dışarıda kendilerine muhalif olan tüm kesimlere ve örgütlere karşı, “sınır tanımayan” bu güçlü silahı kullanmaktan çekinmeyeceklerdir. Ne de olsa ABD’nin geçmişi, bu anlamda zaferi garantilemiş (zaman zaman gecikmelere şahit olsa da) bir “ötekiler” ile mücadele tarihi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ulus-devletler ve entegrasyon hareketlerinin sonu mu?

ABD açısından öncelikli hedef Çin ve Rusya ikilisi olmakla birlikte, Avrupa Birliği’nin (AB) de bu mücadelede hizaya getirilmesi gereken bir “öteki adayı” olarak kabul edildiği anlaşılıyor. Bu noktada ulus-devletler kadar, entegrasyon hareketlerinin de hedef alındığı görülüyor. Zira entegrasyon hareketleri Tek Dünya Devleti’ne gidişte önemli bir aşama olarak kabul edilirken, pratik, bunun böyle bir sonuç vermeyeceğini göstermiş durumda.

Entegrasyon hareketleri kılıfına büründürülmüş ulus-devletçi emperyal hedeflerin artık gizlenemez hale gelmesi, hiç kuşkusuz burada önemli bir yere sahip. Bu bağlamda AB’nin, daha doğrusu Almanya’nın “Batıya Doğru Politikası”nın etkin bir aracı olduğunun deşifre edilmiş olması, onun uzunca bir süredir hedef alınmasının da nedenini oluşturuyordu.

AB tarihinde 2008 ekonomik krizi, 2011 Suriye iç savaşı ve “Komşuluk Politikası”nın çökmesi, 2016 Brexit ile başlayan dağılma süreci ve 2020 Kovid-19 darbesi Birliğin geleceğini ciddi anlamda tehdit ediyor. Bu krizle birlikte, ABD ve Avrupa arasındaki temel dinamik ve motivasyon farklılıkları ve direnme kabiliyeti bir kez daha karşımıza çıkıyor. Nitekim ABD’ye meydan okuyan AB’nin ve hatta İngiltere’nin gündemi bir anda değişmiş vaziyette. Bu arada, ufak bir teferruat gibi görünse de İngiltere Başbakanı Boris Johnson’ın Kovid-19 karşısındaki ilk tepkisini, izlemeye çalıştığı politikayı ve sonrasını bir an için olsun hatırlamakta fayda var.

Burada dikkat çekici bir diğer detay ise Avrupa ülkelerinin yardımına Çin ve Rusya’nın koşmasıdır. İlk bakışta tamamıyla insani bir girişim olarak görünse de bunun siyasi boyutu ve bu kapsamda verdiği mesaj dikkatlerden kaçmıyor. Küreselcilere karşı, ulus-devletçi anlayışın ya da ulusalcı kesimin bu oyunu gördüğü ve buna karşı birlikte mücadele edecekleri çok net bir şekilde görülüyor. Dolayısıyla bu karşı hamlenin kendisi bile aslında mevzuyu büyük ölçüde özetliyor.

Diğer taraftan AB dağılmasa bile, artık eski iddiasını/hedefini devam ettirebilmesi pek mümkün görünmüyor. Bu noktada ABD ya da küreselciler önemli bir inisiyatif yakalamış durumda. AB ve İngiltere’nin geleceği, Çin politikalarını devam ettirip ettirmeyeceklerine ve ABD liderliğine ne kadar tabi olacaklarına bağlı desek, çok da yanılmış olmayız.

Çin açısından zorlu bir gelecek

Çin şu an için imajını düzeltmeye çalışsa da Kovid-19’la özdeşleştirilmiş bir “öteki” olarak gündemdeki yerini almış durumda. ABD Başkanı Donald Trump’ın söz konusu virüs için kullandığı “Çin virüsü” ifadesi, bir dil sürçmesinden ziyade, bu operasyonun bir parçası olarak karşımıza çıkıyor.

Kovid-19 ile Çin’e adeta gücünün sınırları hatırlatılırken, bundan sonraki süreçte ne tür krizlerle karşı karşıya kalacağının mesajları da veriliyor. Bu noktada, ABD’den Çin’e yönelen trilyon dolarlık tazminat tehditleri, buzdağının sadece görünen kısmı. Örneğin mevcut şartlar altında Çin’in Kuşak-Yol projesini hayata geçirebilmesi artık eskisi kadar kolay olmayacaktır. Pekin’in imajını düzeltebilmesi, güven sağlayabilmesi için demiryolları kadar, (belki de daha fazla miktarda) aşı üretim laboratuvarlarına da yatırım yapması gerekmektedir.

Köklü değişiklik zor

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, Soğuk Savaş sonrasına damgasını vuran iki temel tez arasındaki bu çatışmada, Kovid-19 salgını yeni bir döneme ve güç anlayışına işaret ediyor. 11 Eylül’le birlikte tüm dünyayı değiştirmek ve yeni bir dünya düzeni kurmak isteyen kesim ile buna karşı koyan cephe arasındaki savaşta yöntem-araç farklılaşması söz konusu. Bu bağlamda, farklı “laboratuvar ortamlarında üretilmiş” terör örgütlerinin yerini yeni nesil tehditlerin aldığı görülüyor.

Dolayısıyla düne kadar çatışmaların, harplerin temelini oluşturan “kaynaklar savaşının” ve “enerji güvenliği” eksenli mücadelenin yerini, “sağlık güvenliği” ve “gıda güvenliği” alacak gibi. Bu da beraberinde insan hayatından toplumsal düzene ve devlet yapılanmalarına kadar birçok şeyi derinden etkileyecek bir yeni dünyaya işaret etmektedir. Kuşkusuz virüsler gibi insanlar ve devletler de bu tehdit karşısında bir dönüşüme uğrayacaktır. Fakat bu dönüşümün tek bir liderlik çatısı altında gerçekleşmesi ve insanların kimliklerinden vazgeçmesi bir ütopya olmaya devam edecektir. Zira insanlık tarihi bunun birçok örneğiyle doludur.

Dolayısıyla Fransız İhtilali ile özdeş ulus-devleti savunan “ulusalcılar” ve “milli burjuvazi” ile ABD devrimiyle özdeşleşmiş, sapkın Mesihçi anlayışa dayalı “Tek Dünya Devleti/Hükümeti” odaklı “küreselciler” ve “küresel sermaye” arasındaki savaş on yıllar boyunca devam edeceğe benzemektedir.

[Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi öğretim üyesi olan Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol aynı zamanda Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (ANKASAM) başkanıdır]

Yorum Analiz Haberleri

Meşru olanı savunursan karşılığını elbet görürsün!
Türkiye solu neden hala Esed rejimini savunuyor?
Sosyal medyada görünürlük çabası ve dijital nihilizm
İran aparatlarının komik antipropagandalarına vakit ayırmak bile coğrafya için zaman kaybı...
Nasıl ki ilk Müslümanlar tüm zorluklara rağmen direndiyse Gazzeliler de öyle direniyor!