Uluslararası siyasal gelişmelerin çözümlenmesiyle alakalı her zaman için ciddi riskler yaşanır. Gelişmelerin iç dinamiklerden mi kaynaklandığı yoksa dış müdahalelerle mi manipüle edildiği ile alakalı karşıt tezler ve deliller sıralanır.
Tuzağa düşme riskine eşlik eden geleceğin daha kötü olacağı kaygısı muhatapların daha çok ilgisini çeker. Çünkü gelecek kaygısı hem bireysel hem de toplumsal anlamda çoğu zaman baskın karakterdir. Modern toplum için olduğu kadar geleneksel toplum için de gelecek kaygısı ağırlıklı bir yer tutar.
Hiç Ümitlenme Hep Kaygılan!
Tunus’ta başlayıp Mısır, Libya ve Suriye’de devam eden halk hareketlerinin Türkiye’den algılanışında nedense hep bu ‘gelecek kaygısı’ belirleyici oldu. Türkiye’de görüş serdeden entelektüel-aydınlar arasında Ortadoğu İntifadasına ilişkin kendisini en çok hissettiren durum fikrî özgüven değil, kaygıydı maalesef.
Kaygının hepten temelsiz olduğu söylenemez elbet. Fakat bununla birlikte abartılmış ve adeta kesin mağlubiyeti baştan ilan edilmiş bir vesvese anaforu asıl sorundu. İslam coğrafyasındaki hemen her gelişmeyi Batı’nın bir komplosuna bağlayan bu ümitsizlik tufanı ister istemez psikolojik boğulma hissini yaygın ve bulaşıcı bir hastalık gibi İslamcı mahallenin ortasına çöreklendirdi.
Ümit İstanbul, Bağdat veya Kudüs’te örneklenmiş İslam şehir mimarisine, Endülüs merkezli kültür, sanat ve bilim medeniyetine, siyasal-sosyal hayatta hiçbir karşılığı olmayan aksine aşırı sembolizmi esas alan şiir, edebiyat ve sinema sanatına yükleniyor. Ümit ulaşılabilir, dokunulabilir ve yaşanabilir olmaktan çok uzaklarda bir yerde konumlandırılmış. Böyle bir ümide ulaşabilene aşk olsun.
Alabildiğine soyutlanmış, gerçek hayattan koparılmış ve en önemlisi ulaşılması mümkün olmayan ideallerle söylemleri örülmüş bir entelektüel-aydın kesiminin bir öncülük ve örneklik iddiası olabilir mi? Oysa sabır ve azmin despotik iktidarlara karşı direniş sürecinde nasıl kuşanılacağını ömrü hayatında küçük çaplı olsun bir kez bile tecrübe etmemiş insanların ideolojik kılavuzluk iddialarında biraz daha tevazu sahibi olmaları daha yerinde olur.
Tunus, Mısır ve Libya’da Müslüman toplumlar despotik iktidarları devirerek yeni bir dönemin önünü açtıklarına seviniyor adeta her gün bayram yapıyorlar. Fakat burada birileri onlar adına, onların geleceği adına yas tutup karalar bağlıyorlar. Garip bir tablo doğrusu. Ümidin Müslüman toplumlar için bir trend halinde yükselişe geçtiği bir süreci mevcut veya muhtemel riskler üzerinden sabote edercesine karamsarlık ve kirlilik vesilesi saymayı marifet bellemenin bu kadar muteber olması da ayrı bir sıkıntı kaynağı.
Söylem Radikal, Tutum Pasifist
Bir sosyal-siyasal mücadelenin nasıl verilebileceği veya emperyalizmden kaynaklanan risklerin nasıl bertaraf edilebileceği üzerine bir şey söyleyenlere nadiren rastlanıyor. Fakat gerek Batı basınından gerekse Tunus, Mısır, Libya ve Suriye veya Türkiye’deki despotizm artıklarından mülhem psikolojik savaş söylemlerine yaslanarak çözümleme yapanlardan etraf geçilmiyor.
“Emperyalizmin tuzağına düşüldü/düşülüyor!”, “Batı’nın planları tıkır tıkır işliyor, özgürlük bahanesiyle Müslüman toplumlar küresel sermayenin ağına düşürülüyor!” veya “İran’ı kuşatmak ve İsrail’in güvenliğini sağlamak üzere liberal-demokrat iktidarların yolu açılıyor!” gibi tezlerin sahipleri sözde en üst perdeden radikal bir söylem geliştiriyorlar.
Yüzeysel bir bakış bu tezleri aşırı politik bulabilir. Bu türden tezlerin sahiplerini anti-emperyalist duruşla dünyayı şekillendirmeye kararlı bir mücadelenin içinde sanabilirsiniz. Fakat tersine bu bakış bütün radikal görünüşüne ve dönüştürme iddiasına rağmen hem apolitik hem de pasifist bir tutumu işaretliyor. İki açıdan bu böyledir.
Birincisi bütün gelişmeleri küresel emperyalizminin talep ve itirazlarına bağlı olarak okuma hastalığıdır. İkincisi ise emperyalist siyasetin dışında bir gelişme olamayacağına göre gelişmelerin her zaman kötüye gideceğini varsayarak mevcut statükoyu koruma saplantısıdır. Karamsarlığı esas alan, ümidi ulaşılmaz kılan böylesi bir perspektifle pasifist toplum üretilir ancak.
Suriye’de yaşanan katliamların sorumlularını anlamamada yaşanan tuhaf entelektüel körlük bu meseleye örnek olarak alınabilir. Yarım asırlık Esed-Baas despotizmine başkaldıran ve tankların kuşattığı şehirlerde aylardır sürdürülen onurlu bir kıyamın sahibi olan Müslüman halka ne söyleniyor? Aman mezhep çatışması olmasın!
Tamam, mezhep çatışması olmasın da bu mezhep çatışmasını kim istiyor? Söylendiğine göre ABD ve AB istiyormuş, Körfezdeki petrol zengini işbirlikçi ülkecikler istiyormuş.
İran ve kol-kanat gerdiği Esed-Baas cuntası da söylendiğine göre Batılı emperyalist güçlerin kışkırttığı mezhep çatışması fitnesine karşı direniyormuş. Benim anlamadığım şu: Nusayri Baas-Esed cuntası ne zaman ve nasıl Şiiliğin temsilcisi oldu?
Eğer birileri mezhep savaşı öcüsünü gösterip de Suriye’deki katliam, işkence, tecavüz ve yıkımların sorumlusu Esed-Baas despotizmini iktidarda tutabileceğini sanıyorsa avucunu yalayacaktır. Esasen Esed-Baas cuntasına destek olan her kimse mezhep savaşından daha büyük ve tehlikeli bir savaşı ilan etmiştir. Arap-Fars veya Şii-Sünni fitnesinin gerçek sahibi Baas-Esed tağutunu ayakta tutmak üzere seferber olanlardır. Zalim ve yalancıların ürettiği korkulara müşteri olmaktan Allah’a sığınalım.