Korkularla Üretilmiş “Milli” Benliklerimiz!

SİNAN ÖN

Milli marşı “korkma” diye başlayan başka bir ülke var mıdır? Gerçekten korkuyor ve korkutuyorlar. Bu korkuyu okulda, orduda, devlet dairelerinde rahatlıkla hissedebiliyorsun.  Böylece içe kapanıyor ve “Türksün, Türk gibi yaşa, düşün, hisset ve davran!” çünkü “Türkün Türkten başka dostu yok!” meteforuna yenik düşüyorsun! Oysa yapılmaya çalışılan, tipik bir milliyetçi refleksle Türk olmayı doğallaştırmak. Tekrarlana tekrarlana normatif bir karektere dönüşüyor bu korku!  Bayramlar, ordu, zorunlu askerlik, yıldönümleri bunun için var. Nasıl Türk olacağımıza, kimlerden nefret edeceğimize buralardan karar veriliyor!

Yakup Kadri ile Halide Edip’in anıları ve romanları değerlendirildiği vakit. Romanlarda diğer milletler, milliyetçiliğin kalıp yargıları içinde “hırsız, yalancı, dolandırıcı, ikiyüzlü” olarak resmedilir. Anılarda ise; şahsen tanıdıkları diğer milletleri doğru tanıttıkları ancak her seferinde örn; “hiç de gerçek bir Ruma benzemiyordu!” diye de ekledikleri görülür. Bir yerlerden tanıdık geldi mi bu cümle?

Mehmet Akif yaşadığı çağa tanıklığı ile malul bir önderimiz. Onun yaşadığı dönem, kaygı duymayı anlamlı kılıyor. Örn; Çanakkale Şehitleri’ni 1915 yazıyor. Gayet somut yaşanmışlıklar var ve bu şiirine de yansıyor. 1921’de yazdığı İstiklal marşında ise,aynı deneyimi soyut ifadelerle başı sonu belirsiz bir tarihe yayıyor. “Alsancak ve en son ocak, hürriyetimize zincir vuracaklar, Garbın çelik zırhlı duvarları, medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!” gibi. Bu yüzden bugün bile her “korkma, sönmez”de aynı hissiyatı duymamız gerekiyor.

Birileri için bu hissiyat yetmemiş olacak ki; 2002-07 ulusalcılık törenlerinde “10.yıl marşı” bizi tekrar “Bütün dünyanın saydığı Başkumandan” dönemine geri götürdü! Bütün başlardan üstün; değişmez, değiştirilemez ideamıza!

Milliyetçilik insanın vatanını sevmesinden farklı bir şeydir. Nasıl olmasın; anasına babasına bir bardak su götürmekten aciz tiplerin milliyetçilikten dem vurması başka nasıl izah edilebilir? O bir ideoloji! Hem de kendi içsel, pozitif öğeleri ile değil düşmanların, dışsal öğelerin üzerinden tanımlanan bir ideoloji! Ötekilerle hem çatışıyor, hem de onlardan öğreniyor. Sürekli kendine “korkmamız gereken” yeni düşmanlar üreterek kendini inşa ediyor bu ideoloji! Yeni düşmanı ise Suriyeliler!

Doğal veya organik olarak görülen milliyetçiliğin insan eliyle nasıl “inşa edildiğini”   görmek gerekiyor. Hobsbawm ve Gellner gibi akademisyenler;  ırk temelli bir millet anlayışının “hayali” bir cemaat olarak tasavvur edildiğini söylüyorlar. Bu tasavvurda devletin; millet ve milliyetçiliği, zorunlu eğitim ve zorunlu askerlik gibi olgularla yukarıdan aşağıya kurma ve kurgulamadaki rolüne atıf yapıyorlar.

Bu “hayali cemaat” küçük bir aydın hareketi olarak başlayıp, giderek kitleselleşti. Sonuçta iktidarı ele geçirdi ve devlet olanaklarını da elinde toplayıp, milliyetçiliği kökleştirdi.

Oysa Ernest Renan’ın dediği gibi; “farklı kabile, etnisite, dil, din ve mezhep gruplarından nasıl bir millet çıkabilir” sorgulamak gerekiyor. O bunun en büyük gerekçesinin “unutma” olduğunu söylüyor. Büyüyen, genişleyen insan kitlelerinin bir arada aidiyet oluşturarak var olabilmesini, “kimliğini” kurgulanmış kimlik içerisinde “unutabilme”lerine bağlıyor.

Milliyetçiliğin en belirgin özelliği “atalara tapma kültü”dür. O, mirasın değerini koruma ve sürdürme olarak algılanır. Kahramanca bir geçmiş, büyük adamlar, şan ve şeref; herhangi bir milliyetçilik fikrinin temelini oluşturacak sosyal sermaye budur.  Sonrasında “birlikte acı çekmişlik, mutlu olmuşluk, umutlanmışlık” gerçeği gelir. Ancak ortak acılar, sevinçlerden daha etkilidir. Zira ulusal sınırlar için görevleri dayatır ve ortak bir çabayı gerekli kılar.

Bununla birlikte milliyetçilik bir tür din formatında kendini kurguluyor. Semboller sistemi var; büstler, marşlar, bayraklar gibi! Ruh dünyasına hitap eden ritüelleri var; coşku, vecd, adanış, seferberlik gibi! Motivasyonları var; Düşmanları, hainleri yok etme özlemi gibi! Ve varoluş düzleminde milletin ezeli ve ebedi varlığına ilişkin korku ve umutları var.

Ulusal bellek her yerde! Ders kitaplarında, öğretmenlerde, turizm rehberlerinde, şiir ve edebiyatda, basının ve medyanın halka tekrarlaya tekrarlaya kodladığı olgulardadır. Yaşanmasa da yaşanmış kadar kendisine öğretilmiş, hisseden veya hayal eden, alıştırılmış cemaatin benliğindedir!

Ufuk Uras bir söyleminde; “hıyar ve salatalık” benzetmesiyle, “milliyetçilik ve ulusalcılık” arasındaki farkı anlatıyordu. Haklı mı, değil mi yaşananlar bize göstermiyor mu? Bizim bu kavramlar arasında tercih yapmamız, realiteyi pek fazla değiştirmiyor sanırım!

Halil Berktay’ın da ifade ettiği gibi; “Bizdeki gecikmiş ulus-devlet muasır medeniyet seviyesine yetişmek!” uğruna; ulaşmak istediği medeniyetin evrensel değerlerini de yadsıyarak otoriter, disipliner bir formda varolmayı tercih etti. Kaldı ki temellerini erken dönemde İttihatçılıktan almıştı. Sonrasında “Tek Parti Faşizmi” ve solun görece “Anti-emperyalizm” üzerinden milliyetçiliği içselleştirdiğine şahit olundu. Buna bir de komünizmin çöküşü eklenince, devrim perspektifini yitirenler zincirlerinden boşanırcasına ulusalcı oldular.

Gerçi şu “muasır medeniyet”inin de ciddi bir sorgulamaya ihtiyacı var. Vatanlarında hukuka, demokrasiye, insanlık normlarına saygılı Avrupalıların, “ilkel”lerin diyarlarına ayak bastıklarında kendilerini nasıl her türlü kuraldan azade saydıklarını biliyoruz. Bununla birlikte siyasal elitlerin de “hangi Batı?” sorusu karşısında kafası karışık gibi! Dünden bugüne karmaşık bir aşk-nefret ilişkisi var. Bir zamanların “Garp medeniyeti”ne hayranlık, zamanla yerini “kahpe” ye, “tek dişi kalmış canavara” bırakıyor. Sonra bir de bakıyoruz, ulaşılması gereken “muasır medeniyet” oluyor. Ama gerçek Akif’in Çanakkale Şehitleri’nden yankılanıyor; “yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi!

İnsanımızın geneli tartışma kültüründen, birbirini anlama çabasından yoksun maalesef. Büyük çoğunluğumuz asla değişik bir şey duymayı, yeni bilgiler edinmeyi kabul edemiyoruz! Sırf kendi düşüncelerimizi savunan birini bulup onunla özdeşleşmeyi, karşısındakiyle kutuplaşmayı; böylece kendi aidiyetimizi teyid ettirmeyi arıyoruz. Bu tabloda ciddi okuma veya dinlemeye de yer yok!

Batı ve onun ürettiği ideolojiler, felsefeler, yaşam tarzları konusunda da bu böyle. Ya yerden yere vuruyor, ya da göklere çıkarıyoruz. Ne var ki, Batının ürettiği bir geleneği eleştirmek için de, diğer ürettiği geleneğe sığınmak zorundayız sanki! Oysa Kapitalizm eleştirisi için Komünizme mâhkum olmaya gerek yok. Faydalanmak ayrı, başka seçenek olmadığını düşünmek ise ayrıdır.

Richard Overy, The Dictators kitabının bir bölümünde Stalin ve Hitler rejimlerinin “Dikatatörlüğün manevi evreni”ni nasıl ürettiklerini anlatıyor. Hukuku ve ahlakı değersizleştirmek için “Nihai amaç, araçları meşru kılar” felsefesini nasıl kullandıklarından bahsediyor. Nazizim için nihai amaç; milli devrim ve ırk sağlığı iken, Stalinizm için; proleterya diktatörlüğü ve sosyalizm oluyor. Var mı farkları? Kaldı ki kutbun iki yakası zannettik yıllarca bunları, bunu da atlamamak lazım.

Oysa ulusal güvenlik ideolojisinin damardan zerk edildiği sığ ve süfli Pragmatizm yerine, evrensel değerleri biraz daha içselleştirmiş, hukuk ve ahlak normlarına biraz daha saygılı nesiller yetişemez miydi? Sorusunu yüksek sesle sormak gerekiyor! Bizim nihai amacımız nedir ki, bu amaca ulaşabilmek adına “milliyetçilik” hastalığına mâhkum olmamız meşru olsun? Sorularıyla birlikte!