Korkular, hayatımızın en aslî duygusal süreçlerinden birisidir. Korkulardan arınmış bir hayat sürmek ne mümkündür ne de o denli anlamlıdır. Biz çoğu kez korkularımızdan arınmayı -çoğu kez bunu cesaret olarak tanımlarız- büyük bir hayat ustalığının belirtisi olarak görme eğilimindeyizdir.
Oysa korkulardan arınmış bir hayat, cehaletin göstergesidir. Bu açıdan bakıldığında korkular hayatın keskin tecrübeleri karşısında hayatiyeti sağlayan, onu koruyan kuvvetli birer uyarıcıdır.
Onun içindir ki, korkulardan arınmış bir hayatı talep etmek, o kadar da anlamlı olmayacaktır. Mesela küçük bir çocuğu bir uçurumun başında tasavvur edelim. Muhtemelen o çocuk uçuruma doğru bir adım atıp boşluğa yuvarlanacaktır. Bu, korkulardan arınmakla ilgili bir durum değildir. Yerçekimi kanununu bilmediği için ya da düşünce başına neler geleceğini kestiremediği için boşluğa adım atmakta bir beis görmeyecektir. Onunki bir cesaret değil ve fakat gözü karalıktır. Gözü karalık ise sonuçlar konusunda ya katıksız bir bilgisizlik durumunu ya da muhakeme yapabilme yeteneksizliğini ifade eder ve her iki durum da cehaletin göstergesidir.
Korkunun ne olduğunu anlamak için korku-cesaret diyalektiğini okumak gerekir. Paradoksal gözükecek, ama öyledir; cesaretimiz çoğu kez korkularımızın eseridir. Bu diyalektiği en güzel anlatan Hz. İsa'ya atfedilen bir olaydır. Hz. İsa çarmıha gerileceği günü hücresinde beklemektedir. Duyacağı acıları ve en sonunda öleceğini hisseder ve derin bir ürperti geçirir. "Korkuyorum!" diye seslenmekten alıkoyamaz kendisini. O zaman İlahî bir karşılık duyar: "Korkmasaydın, cesaretin ne anlamı kalırdı?"... Cesareti anlatan insanlık durumları korkudan neşet eder. Hayatı karşılamaktaki ustalığımız korku duygumuzla olan ilişkimizin bir türevi olsa gerekir. Korkularımızı yok ettiğimiz zaman değil; denetim altına alabildiğimiz ölçüde cesaretle tanışırız.
Modern dünya, korkularımız konusunda çok özel bir kültürel durum sunuyor bize. Olumlu modernlik anlatıları, bilgilerdeki büyük "ilerlemeler" temel kılınmak suretiyle korkuyu yargılar. Korkunun insanı özgürsüzleştiren, dolayısıyla kendisini bu dünyada etkinsiz kılan bir etkisi olduğunu iddia eder. Bilgiyi bir büyü çözümü meselesi olarak kurar. Bilgi edinmenin önündeki tarihsel engeller ortadan kalktıkça -korkular bu engellerden başlıcasıdır- özgürleşeceğimize ve tarihsel öznelik davamızın kazanılacağına inandırır bizi. Bilmek, korkunun karanlık bulutlarını dağıtacaktır.
MODERN DÜNYADA ÖRGÜTLENEN KORKU MODELLERİ
Bu bakışın yanlışlığını sadece korkunun bir psikolojik süreç olarak insan hayatında tuttuğu yer itibarıyla göstermek mümkündür. Korku duygumuz acaba onu aşmak, yok etmek konusunda şaşmaz kesinlikte bir insanî beklenti midir? Adam Philips'in gıdıklanma konusunda söylediklerini düşündürüyor. Gıdıklanmak en çözümsüz meselelerimizden birisidir. Gıdıklanan bir çocuk eşanlı olarak hem gıdıklanmanın sona ermesini hem de devam etmesini isteyen garip davranışlar sergiler. Korku da böyle değil midir? Bir an için korkunun hayatımızdan tamamen çıktığı bir durumu düşünelim. Bu, varoluşumuz konusunda boyut kaybını anlatır. Eğer böyle olmasaydı, korku edebiyatları ya da filmlerine dönük yüksek bir talebi nasıl açıklayabiliriz? İnsanlar yapay bir korku tecrübesini yaşamak için harcamada bulunmuyor mu? Korkacağını bile bile bu tecrübeyi yaşamak istemiyor mu? Dolayısıyla korkulardan arındırılmış bir dünyanın çok da insanî bir talep olmadığını söyleyebiliriz. Korkunun garip ve henüz çözüldüğünü düşünmediğim mazoşist bir yapısı var. Korkmak için bir neden yok iken bile biz ondan toptan vazgeçmek niyetinde değiliz.
Önemli olan, modernlik durumunda korkunun aşılmak bir yana, hatta tam tersine özel bir örgütlemeden ve yeniden-üretimden geçirilmiş olması. Bu yeniden-örgütleme ve yeniden-üretim süreci korkunun günlük hayatımızda, ihtimal geleneksel dünyada olduğundan daha fazla bir yer işgal etmesiyle sonuçlanıyor. Yani, modernliğin anlatılarında ortaya çıkan beklentinin tamamen çöktüğü durumlarla karşılaşıyoruz.
Modernlik, mesela politik olarak korku temelli bir yapılanmalar üretiyor. Bu, işin en çok bilinen bir tarafı. Totaliterlik öyle bir olgu ki, adı, hatta pek çok işleyişi demokratik gözükse bile pek çok rejimin ortak paydası olarak çalışıyor. Totaliterliğin payandası ise örgütlenmiş ve toplumsallaştırılmış bir korku. Eli sopalı herhangi bir otoriter rejimde korku sınırlı bir tecrübenin karşılığıdır. Sopanın sırtımıza indiği noktada korkmayız, sadece acı çekeriz. Yani acı duygusu, korkunun yerini alır. Oysa totaliter durumda sopa gözükmez. Hatta sopaya çok az başvurulur. Totaliter dünyada neler olabileceğinin bilinmediği bir boşluk ya da belirsizlik hüküm sürer. İnsanların başına ne geldiğini bilmeyiz bile. Kayıplar, açık şiddet sahnelerinin, somut işkencelerin ve cinayetlerin yerini alır. Zihinlerde kaybolmuş ve başına tam olarak nelerin geldiğinin bilinmediği insanların akıbeti korkunun ana kaynağıdır. Bu esrarengiz durum, sayısız olasılığı insan muhayyilesine yükler. Sonu gelmez bir iç işkenceye dönüştürür. Ruhlar bu iç işkencenin ağır baskıları altında çöker. Totaliterlik, kesin ve açık eylemelerden çok ima ederek ve imalarıyla korkuları büyüterek işler. Totaliterlik, yüksek teknolojiyle donanmış olarak örgütlenmiş bir korkunun üzerinde yükselir.
KORKUNUN ÜRETTİĞİ "ÖTEKİ ALGISI"
Modernlik durumunda korkunun politik yapılanmalardaki iz sürümü nispeten daha kolaydır. Zor olan korkunun, sivil ya da bireysel, yani alabildiğine kişiselleştirildiği, daha az politik; daha fazlasıyla aktüel durumlarda onun yeniden-üretimini izleyebilmektir. Modernlik süreçlerinin insan teklerini birbirine yabancılaştıran etkisiyle korku, en hafifiyle bir endişe ya da güvenilmezlik düzeyinde günlük hayatın bir rutini haline gelmiştir. Hemen yanı başımda duran "öteki" kendisini belli bir mesafeden algılamam gereken, karşısında müteyakkız olmam gereken bir "yabancıdır". Modernlik günlük hayat içinde daracık mesafelere kavurucu bir çöl iklimini yerleştirmeyi becermiştir. Demografik anlamda yığınlaşma ve yoğunlaşma; yani mesafesizlik, diyalektik çevrimi itibarıyla ilişkisizlik ve kopukluk ve yabancılaşma doğurur. "Öteki" muhayyilemde giderek şeytanî bir renk almaya başlar. Onun "şeytanlaşması", benim "tanrısallaşmamla" bağlantılıdır. Tanrı'yı vicdanına yerleştirmiş, içkinleştirmiş modern püritan birey kendisini biraz da İlahî bir varlık olarak görmeye başlamıştır. İlahî varlık ne kadar saf, temiz ve bozulmamışsa; o da artık O'nun taşıyıcısı olarak, en az O'nun kadar saflık, temizlik ve bozulmamışlık iddiası yürütmeye başlayacaktır. Bir tür modern firavunlaşma hikâyesidir bu. Herkes hatalıdır, yanlış düşünmektedir, bozmaktadır, kirletmektedir. O halde kendi arınmışlığımı, bozulmamışlığımı sürdürmek için "ötekilerden" uzak durmalıyım. Bakmamalıyım, görmemeliyim, bulaşmamalıyım. Bir modern ruh hastalığı olarak temizlik tutkusu bu örselenmiş insanlık durumunun keskin bir ifadesidir. Modern insan, bir sterillik tutkusunu yüceltiyor. Bu, fizikî bir sterillikten ruhî sterilliğe doğru geniş bir varoluş alanını kolonize ediyor. Bu kolonileştirme işi kapitalist kültür endüstrilerinin şekillenmesinde başat itici rolü oynamaktadır. "Korkut ve sat!" Bugün en büyük, o denli de kolay olan "marketing" başarısı budur. Bu konuda kapitalizmin hesap vereceği hiçbir açık nokta yok. Her şey çok kapalı devre işliyor. Bilgi ya da haberleşme korkunun panzehiri değil; tam tersine benzini gibi iş görüyor. Bu dünyada cehalet neredeyse bir ayrıcalık. Bu dünyayı istediğiniz kadar kirletebilirsiniz, ama steril kılmak için çareler vardır. Su kirlendi, ama filanca marka su her türlü kimyasal tetkikten başarıyla çıktı. Hava kirlendi; alın size öyle bir yerde öyle konutlar yaptık ki, oksijen krizine gireceksiniz. İlaçlar kirlendi; alın size mucizevi şifalı otlardan yapılmış harika ilaçlar. Tohumlar bozuldu, ürünler zehir saçıyor; buyurun size harika organik ürünler. Maddiyat bizi kirletti; buyurun ruh arılanmasını sağlayacak paketlenmiş meditasyon teknikleri. Şehirler kirlendi, buyurun her çeşidinden rustik zevk endüstrilerinin ürünleri....
Steril yaşayış fetişizmi bir orta sınıf ruh bozumundan türüyor. Ama piyasa kanunlarına dayalı olarak kitleselleşiyor. Bu kültürel süreç, içerdiği ve çoğunluk son derecede incelmiş bilgilenme ve haber alma süreçlerine rağmen son tahlilde ortaya kesin bir dar görüşlülük manzarası çıkarıyor. Baudrillard bu dar görüşlülüğü "yoğun bakım" metaforuyla açımlıyor. Her şeyin steril kılınmak istendiği bir yerdir orası. Bütün yabancı unsurlardan, mikroplardan, virüslerden... Ama ne tuhaftır ki en başa gelinmez virüsler de yine orada ürer ve bütün çabaları bir anda tersyüz ediverir. Korkunun yönettiği bir asri kültürde, "tedbirimi alır, takdiri beklerim" diyebilmek ne büyük bir imtiyaz...
ZAMAN