Bazı gazetecilerin özellikle Batılı kulaklara yönelik olarak yaptıkları Türkiye değerlendirmelerini okuyunca, kendimi o ülkelerdeki film festivalleri için çekilmiş, Batılı algılamalara ve ezberlere cuk oturan bir “Türk festival filmi” izler gibi hissediyorum.
Ece Temelkuran’ın The Guardian için kaleme aldığı “Türk gazeteciler çok korkuyorlar –ama bu korkuya karşı savaşmalıyız” başlıklı yazıyı okurken de aynı duyguya kapıldım.
Bu yazının asıl konusu Temelkuran’ın Guardian’daki makalesi ama, oraya gelmeden önce “festival filmi gazeteciliği”nin yakın geçmişine dair bir hatırlatma yapmak, kabardığı dönemleri örneklemek istiyorum.
“Türk gazeteciler”in bu mesaisi esasen Uğur Mumcu’nun katledilmesini izleyen ve 28 Şubat’ı önceleyen dönemde başladı. O dönemde, aldıkları davetlerle yurtdışına giden gazeteciler Batılı meslektaşlarını ve siyasetçileri “şeriatçı teröristler tarafından öldürülen laik aydınlar” konusunda aydınlatıyorlar; onları, Türkiye’nin hızla “İran olmaya” doğru gittiği konusunda ikna etmeye çalışıyorlar; bu faaliyetlerinin üzerine de Aczmendileri, Müslüm Gündüzleri, Fadime Şahinleri falan sos olarak serpiyorlardı.
Bu faaliyet bütün hızıyla sürerken, arada Susurluk kazası (1997) patlak verdi. Kazayla birlikte ortaya çıkan kimi hakikatler, Türkiye’deki “laik aydın cinayetleri”nin asıl faillerinin, Türkiye’nin “şeriat tehlikesi” ile karşı karşıya olduğunu göstermek ve bunun üzerinden iktidar devşirmek olan devlet içindeki karanlık örgütlenmeler olduğuna dair bir algıya yol açtı.
Fakat Türkiye’de gizlenemez hale gelmiş kimi hakikatlerin Batılı kulaklara ulaşmaması için azami gayret göstermek, “festival filmi gazeteciliği”nin temel kurallarından biriydi.
Nitekim bu yeni bilgiler Batı’ya pek ulaşamadı. Zaten “laik aydınları öldüren şeriatçılar” kalıbı Batılı ezberlerle uyum içindeydi; o nedenle Batı’daki algı fazla bir zarar görmeden eski biçimiyle korunabildi.
Nitekim askerler 28 Şubat’ta seçilmiş hükümeti devirdiklerinde, Batı’nın laik siyasetçileri, gazetecileri ve sıradan halkı ellerini çaresizce iki yana açıp, üzgün bir tavırla “bon pour Turquie” (Türkiye için iyi) dediler.
Batı’daki Türkiye algısı işte böyle başarıyla oluşturulurken ABD’deki 11 Eylül saldırıları geldi. Saldırılar, “Hıristiyanların kanına susamış Müslüman teröristler” kalıbını bir adım ileri götürdü, onun yerini “Hıristiyanların kanına susamış Müslümanlar” aldı.
Bu yeni algı ve Türkiye’de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK Parti) iktidara gelmesi, “festival filmi gazeteciliği” için yeni bir imkân yaratacaktı: “Türkiye, AKP’nin sağladığı siyasi-psikolojik ortamda Hıristiyan azınlıkların (ve misyonerlerin) ortadan kaldırıldığı karanlık bir yerdir.”
Anti-misyoner kampanyanın sahibi kimdi?
Türkiye’de AK Parti iktidarının kurulmasıyla birlikte başlayan anti-misyoner kampanyanın Müslüman dindarlar tarafından değil, Müslümanlığın da, demokrasinin de hiç önemli olmadığı yeni türde bir milliyetçilik (ulusalcılık) tarafından kışkırtıldığı apaçıktı. Fakat Batılıları, kampanyanın sahibinin görünüşleri ve “hayat tarzları” kendilerine çok benzeyen laik-ulusalcılar olduğuna inandırmak ne kadar zorsa, Müslüman dindarlar olduğuna inandırmak o kadar kolaydı.
“Festival filmi gazeteciliği” için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı; hatta iyi örgütlenebilirse, belki bu kampanya “Türkiye İran oluyor”dan bile daha etkili kılınabilirdi.
Birincisi gibi bu kampanya da gayet başarılı oldu. Bunu, Avrupa Parlamentosu’nda yaşadığım kişisel tecrübeden de biliyorum...
Geçtiğimiz eylül ayında bir sosyal demokrat ve bir liberal milletvekilinin davetiyle gittiğim Avrupa Parlamentosu’nda yaptığım ikili görüşmelerde muhataplarımı hep Türkiye ile ilgili olarak daha “nüanslı”, ezberlere yaslanmayan bir bakış açısına sahip olmaları gerektiği konusunda ikna etmeye çalıştım. Bu amaçla da onlara sık sık Türkiye’deki 2003-2007 arasındaki anti-misyoner kampanyanın gerçek niteliğini anlatıyordum. Ben, aradan geçen zamanda işin künhüne vardıklarını düşündüğüm muhataplarımdan “haklısınız, çok fena yanıldık o zaman” gibi bir cevap beklerken, şaşkınlıkla gözledim ki çoğu eski ezberlerini hâlâ muhafaza ediyorlardı.
Temelkuran’ın “festival filmi...”
Ece Temelkuran’ın The Guardian için kaleme aldığı “Türk gazeteciler çok korkuyorlar –ama bu korkuya karşı savaşmalıyız” başlıklı yazıyı okurken de tıpkı “Türkiye İran oluyor” günlerindeki gibi, tıpkı “Müslümanlar Türkiye’de Hıristiyan azınlığı boğazlıyor” günlerindeki gibi bir gazetecilikle karşı karşıya olduğumuz hissiyatına kapıldım.
Ben, yazıdan ilk olarak Serdar Kaya’nın Taraf’taki 29 ocak tarihli yazısının altına koyduğu “Ece Temelkuran ve Hrant Dink notu” vesilesiyle haberdar oldum. Şöyle diyordu Kaya:
“(...) Türkiye’nin gerçeklerini yakından bilmeden yazıyı okuyan birinin Dink’in AKP tarafından sindirilen gazetecilerden biri olduğunu (ve hatta AKP tarafından öldürtüldüğünü) düşünmesi işten bile değil. Temelkuran’ın yazısını neden bu şekilde kurgulamayı tercih ettiğini bilemiyorum. Ama Hrant Dink’in adının ve fotoğrafının bu şekilde istismar edilmesi epey rahatsız edici.”
Gerçekten de Temelkuran’ın yazısı esasen Dink cinayetinin İslamcı iktidarla rabıtası ekseninde kurgulanmıştı.
Ülkenin Hıristiyan azınlıklarından birine mensup özgürlükçü bir aydın, İslamcı iktidarın oluşturduğu karanlık sahnede sokak ortasında ensesinden vurularak öldürülüyor: Batılı zihinlerin bundan daha çabuk kabul edebilecekleri başka bir entrika olabilir mi?
Şu kurgunun ikna ediciliğine bakın:
“Türk gazeteciler çok korkuyorlar” başlığıyla yazı gövdesi arasında yer alan fotoğrafta Hrant Dink’in, üzeri kâğıtlarla kaplanmış ölü bedeni kaldırımda boylu boyunca yatıyor.
Fotoğrafaltında ise şu ibare yer alıyor: “Türk-Ermeni gazeteci Hrant Dink İstanbul’da ofisinin önünde vurularak öldürüldü.”
Bu bileşime biraz daha yakından bakalım...
Türk gazeteciler kimden korkuyorlar? Elbette, başlığın gizli öznesi olan “İslamcı iktidar”dan korkuyorlar. Şimdi bu bilgiyi haberin fotoğrafıyla ve fotoğrafaltıyla birleştirin...
Bu bileşim, Türkiye’yi nüanslarla izleyen çok küçük bir bölümü dışında İngiliz okurlara ne söylemektedir?
Tabii ki şunu söylemektedir: Türkiye’de gazeteciler mevcut iktidardan çok korkmaktadırlar, çünkü bu iktidarın sabıkaları arasında işte böyle gazeteci cinayetleri de vardır.
Bu bileşimden başka hiçbir anlam çıkmaz.
Benim merak ettiğim şu: Acaba bu kurnazlık kimin aklına geldi?
Serdar Kaya, “Temelkuran’ın yazısını neden bu şekilde kurgulamayı tercih ettiğini bilemiyorum” diyor.
Tabii, Temelkuran’ın yazısını gazeteye teslim ettiğini, gerisine karışmadığını ve bu kurgunun gazete editörlerinin tercihi olması da güçlü bir ihtimal. Üçüncü bir ihtimal ise, kurgunun bir “ortak yapım” olması... Ece Temelkuran’ın yazı yayımlandıktan sonra yaptığı “The Guardian gazetesinin yazı işleri ile tanışırız evvelden” açıklaması bu ihtimali güçlendiriyor.
Fakat her durumda The Guardian’ın (“bile” mi desem) “Dink’in AKP tarafından sindirilen gazetecilerden biri olduğunu (ve hatta AKP tarafından öldürtüldüğünü)” düşünme yolunda epeyce kıvama geldiğini, getirildiğini anlayabiliyoruz. Bu da, “Türk gazeteciler”in Batı için çektiği bu üçüncü “festival filmi”nde de şimdiden muazzam başarılar elde ettiklerini gösteriyor.
Sorun, ülkesinin “sadece günahlarını” anlatmakta değil
Temelkuran, yazısına gelen tepkilere verdiği cevaplardan birinde şöyle demişti:
“(...) Acı çeken 3. Dünya yazarının sadece ülkesinin günahlarını anlatmak üzerine kariyer inşa etmesi kadar berbat bir şey yoktur herhalde. Onlardan biri olmamak için elimden geleni yapacağımdan emin olabilirsiniz.”
Bence Ece Temelkuran’ın ülkesinin sadece “günahlarını” anlatma tercihinde bir sorun yok. Onu “ülkesini gammazlayan hain” olarak damgalamaya kalkanlarla benim elbette bir işim olamaz, hatta Temelkuran’ın son cümlesini bu bağnazlığa verilmiş bir taviz olarak görüyorum.
Benim derdim şu: Eleştiri dürüstçe yapılmalı... Olguları gizleyerek ya da “nasıl olsa Türkiye’yi uzaktan izliyorlar, yuttururum” düşüncesiyle iddiaları olgu gibi sunarak yapılmamalı.
Önümüzdeki günlerde, Temelkuran’ın makalesinin kısa bir yapı-sökümüyle, onun böyle bir problemle malûl olduğunu göstermeye çalışacağım.
alpergormus@gmail.com
TARAF