Konuşanlar, dinleyenler, susanlar!

Ali Bulaç

14 Nisan günü yaklaşık 300 medya mensubunu bir salonda toplayan Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ, önemli bir konuşma yaptı. Hatip, mekan ve hazırdaki muhatapların diziliş biçimleri bana 28 Şubat 1997 postmodern darbe döneminin malum brifinglerini hatırlattı.

O brifinglere yargı mensupları gibi, medya mensupları da koşarak gidiyor, askerlerin onlara çizdiği yol haritasına göre pozisyon belirlemeye çalışıyorlardı. Biz 28 Şubat brifinglerine giden medya mensuplarına "malum medya" veya "bir kısım medya" adını veriyorduk.

14 Nisan brifingine postmodern darbenin malum medya mensupları dışında iki medya mensubu daha katıldı. Biri, 28 Şubat darbesinin mağduru bazı medya mensupları (mesela Star Gazetesi ve Yeni Şafak'ın yöneticileri ve yazarları); diğeri liberal-demokrat aydınlar ve köşe yazarları. Mutlaka kendilerine göre ikna edici bir gerekçe bulmuşlardır, kendilerine bundan sonraki entelektüel ve politik hayatlarında başarılar dileriz.

Diyeceksiniz ki, siz ve çalıştığınız medya kuruluşu akredite olmadığınız için davet edilmediniz. Hemen söyleyeyim, benim hiçbir mesleki grup veya kurum hakkında değişmez önyargılarım yoktur. Ben her meslek grubunu ve kurumu kendi asli ilgi alanı içinde takip eder, dünyadaki yeni gelişmeler karşısında nasıl yeni pozisyonlar aldığını merak ederim. Günün birinde ben de akredite veya başka bir deyişle 'makbul yazar' olup davet alacak olsam, bakarım. Genelkurmay, bizi yeni güvenlik stratejileri, bölgede giderek çatışma sebebi olmakta olan nükleer silahlar ve yeni teknolojilerin gelişmesine paralel ordunun hareket kabiliyeti konularında mı bilgilendirecek, yoksa "siyaset konuları"nda bize yol haritası mı empoze edecek? Birincisi ise giderim, ikincisi ise, bunu asli sahiplerinden dinlemek isterim. Asli sahipleri kim? Buna biraz sonra döneceğim.

Akredite konusunun Türkiye'de devam etmesi ciddi bir konu. Sadece Genelkurmay'ın değil, hükümetin de nezdinde makbul olan ve makbul olmayan gazeteciler, yazarlar var. Mesela ben hükümetin nezdinde makbul değilim, iktidar olduğu 2002'den bu yana hükümet beni hiçbir toplantıya çağırmıyor, ulusal veya uluslararası toplantılara beni önerecek olanlar çıkarsa, tepeye bakanlar hemen ismimin üstünü çiziyorlar. Bugüne kadar da hiç heveslisi olmadım. Ne sağlığım ne zamanım her aldığım davete gitmeye müsait. İtiraf edeyim, sadece bir kere, İstanbul'da yapılan Medeniyetler İttifakı sempozyumunda bir iki cümle söylemek isterdim. Ama bizim gibi hükümetin resmî görüşü dışında düşünen ve eleştirel bakanlar cezalı olduğu için layık görülmedik.

Pekiyi, akreditasyon resmî kurumların kullanabileceği bir hak, bir yetki midir? Hayır. Adaletsizliğe, intikamcılığa ve ayrımcılığa yol açar. Ne asker-sivil bürokrat, ne başbakan ve bakanlar yönettikleri kurumların mutlak maliki değildirler; muhalif gazetecilerin haber ve bilgi alma haklarını kısıtlayamazlar. Adaletli davranmak zorundadırlar, duygularını işlerine karıştıramazlar. Kin tutan yönetici adil olma vasfını koruyamaz.

Demokrasi teorisi açısından Genelkurmay Başkanı Başbuğ'un yaptığı konuşmayı nasıl yorumlamak lazım? Bu sorunun cevabı, konuşmanın muhataplarının kim oldukları sorusunda saklıdır. Bana sorarsanız konuşmanın muhatapları birinci derecede hükümet, ikinci derecede siyasi partiler, üçüncü derecede yazarlar-kanaat önderleridir. Yazar ve kanaat önderlerinin az bir bölümü konuşmayı eleştirdiler. Ama hükümet ve siyasi partiler hiç seslerini çıkarmadılar. Oysa normal bir demokraside önce hükümet sonra diğer bütün siyasi partiler, anında çıkıp "Sayın Başbuğ, senin askerî konulardaki fikirlerin bizim için çok önemli, bunları getir MGK'da anlat, siyasi konular ise bizim işimiz" demeliydiler. Demek ki, sorun askerde değil, yeterli siyasi cesareti olmayan sivil siyasetçilerdedir. Bu bizim demokrasimiz: Asker konuşuyor, aydınlar dinliyor, siyasetçiler susuyor. Gerçekten sorumlu entelektüeller; cesur ve zihinsel olarak da sivil siyasetçiler nesli çıkıncaya kadar bu malzemeyle idare etmeye çalışacağız.

ZAMAN