Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara Temsilcisi Erdem Gül'ün yargılandığı MİT TIR'ları davasının ilk duruşmasına katılan Avrupa ülkelerinin İstanbul Başkonsoloslukları mensuplarıyla ilgili tartışmalar bir süredir siyasî gündemin ilk sıralarını işgal ediyor. Bu ilginin başlıca nedeni, Fırat Erez’in “Persona non grata” başlıklı yazısında da belirttiği gibi, özellikle Dündar’ın uluslararası kamuoyunda hâlâ alıcı bulan ve sakız gibi çiğnenen “Türkiye IŞİD’i destekliyor” safsatasına destek amaçlı haberi. Konunun bu veçhesine bugüne kadar çok yazılıp çizildiği için girmek istemiyorum.
Erez’in atıfta bulunduğum yazısında hatırlattığı, sanıkların bireysel başvuruları ve Anayasa Mahkemesi’nin aldığı karar gibi konunun yine çokça tartışılmış evveliyatı üzerinde de benzer şeyleri yinelememek için durmama gerek olmadığını düşünüyorum. Ortada, İstanbul 14. Ceza Mahkemesi’nin adı geçen gazetecilerin “MİT'e ait yardım TIR’larının durdurulması olayına ilişkin gizli kalması gereken bilgi ve fotoğraflara yer verdikleri gerekçesiyle” yargılandıkları bir dava var. Mahkeme heyetinin ilk duruşmada oybirliğiyle kabul ettiği gibi, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve MİT’in müdahil olma taleplerinin bilindiği bir dava. Eski bir Başkonsolos olarak burada yanıtlamak istediğim iki soru şu: “a) davayı izlemek b) sanıklar lehine tutum aldığını açıkça ilan etmek” 1963 Konsolosluk İlişkileri Hakkında Viyana Sözleşmesi ile bağdaşır mı?
Sözleşme konsolosluk görevlerini 5. maddesinde sıralıyor. 13 fıkradan oluşan bu maddede kayıtlı görevlerin çoğunun, a fıkrasında yazılı olduğu gibi, “Devletler Hukuku’nca kabul edilen sınırlar çerçevesinde gönderen Devlet'in ve bu Devlet'in uyruğu bulunan gerçek ve tüzel kişilerin çıkarlarını kabul eden Devlet'te korumak” olarak özetlemek mümkün. Çünkü birçok fıkra gönderen Devlet’in uyruğunda bulunan gerçek ve tüzel kişilerle ilgili işler konusunda Başkonsolosluk mensuplarını yetkili kılıyor.
Konsolosların görevleri arasında 5. maddenin (i) fıkrasında belirtildiği gibi, gönderen devlet uyruklarının “yoklukları ya da hak ve çıkarlarını zamanında koruyamayacak durumda olmaları halinde, kabul eden Devlet kanun ve düzenlemeleri uyarınca, mahkemeleri veya başka makamları önünde temsil etmek veya uygun şekilde temsil edilmelerini sağlamak üzere tertibat almak” da bulunuyor. Ama gönderen devletin uyruğunu taşımayan kişilerle ilgili dava duruşmalarını izlemekle ilgili açık bir hüküm yok.
Bununla birlikte, Dündar ve Gül davası gibi önemli bir davayı izlemeyi, 5. maddenin (c) fıkrası kapsamında değerlendirmek mümkün. Anılan fıkra, Konsoloslara “kabul eden Devlet'in ticarî, ekonomik, kültürel ve bilimsel, hayat şartları ve gelişmeleri hakkında, her türlü kanunî yollarla bilgi edinmek ve bu hususlarda gönderen Devlet hükümetine rapor ve ilgili kişilere bilgi vermek” gibi bir görev veriyor. Başkonsolosluklar kendi kararları ya da bağlı oldukları Büyükelçilik veya Bakanlık’ın talimatıyla, izne tabi tutulmuşsa izin alarak, değilse doğrudan bu davayı izleyebilirler. Görüldüğü kadarıyla açık yapıldığı, herhangi bir izne tabi tutulmadığı için ilk duruşmayı da izlemişler.
Kabul etmek gerekir ki sorun, Başkonsolosluk mensuplarının duruşmayı izlemelerinden değil, kabul eden ülke Cumhurbaşkanı ve istihbarat servisinin sanıklar aleyhine müdahil olduğu bir davada, sanıklar lehinde tavır aldıklarını fotoğraflar ve sosyal medya mesajlarıyla ilan etmiş olmalarından kaynaklanıyor. Böyle bir davranış öncelikle kabul eden ülke Cumhurbaşkanı ve hükümetine karşı bir duruş olduğu için, değil konsolosluk ilişkilerine, iki ülke arasındaki diplomatik ilişkilere de uymuyor.
Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada da, duruşmanın (sessizce) izlenmesinden çok sanıklar lehine taraf alınmasından duyulan rahatsızlık konunun hukukî boyutuna da dikkat çekilerek dile getiriliyor. Açıklamada şöyle deniliyor: “Can Dündar ve Erdem Gül hakkında (…) yürütülmekte olan davanın (…) duruşmasını izlemeye giden bazı diplomatik ve konsüler temsilcilik mensuplarınca, sürmekte olan bağımsız yargı sürecine müdahale anlamına gelebilecek ve tarafsızlık ilkesine uygun düşmeyecek şekilde sosyal medyada paylaşımlarda bulunulmasından duyulan rahatsızlık anılan ülke temsilciliklerine iletilmektedir”.
Duruşmayı izleyen bazı Başkonsolosluk mensuplarının sanıklar lehine aldıkları tutumla rahatsızlık yaratmaları üzerine ilgili Büyükelçiliklere nota verilmesini yeterli görmeyenler de oldu. Medyada “Can Dündar’ın duruşmasına katılan konsolos ve büyükelçiler ‘istenmeyen adam’ ilan edilecek” başlıklı haberler çıktı ve 12 ülke temsilcisinin tümünün “Persona non grata” ilan edilmesi gibi kanımca sorunlu bir görüşü savunan uzmanlar çıktı.
Öyle sanıyorum ki duruşmayı izleyen tüm Başkonsolosluk mensuplarının istenmeyen adam ilan edilmesini savunanlar konunun “karşılıklılık” ilkesi çerçevesinde tırmanacağı boyutu hesaba katmış değiller. Devletler genelde “istenmeyen adam” ilan edilen diplomatına karşılık, bu kararı alan devletin kendi ülkesinde görev yapan bir diplomatını da “persona non grata” ilan eder; mesela Büyük Britanya’nın İstanbul Başkonsolosu’na karşılık Türkiye’nin Londra Başkonsolosu gibi. 12 ülke için bu kararı alırsanız, sizin de o ülkelerdeki diplomatlarınız hem de hiçbir kusurları olmadan apar topar Türkiye’ye geri dönmek zorunda kalır. Çocuğu okula yeni başlamış, bankadan yeni kredi almış, yerleşmeye yeni başlamış olsalar bile. O bakımdan 12 ülke diplomatı için toptan “persona non grata” kararı almanın o kadar kolay olmadığını kabul etmek gerekir.
Kaldı ki sorunun temelinde Başkonsolosluk mensuplarının ülkelerinin konuya yaklaşımlarının bulunduğu görülüyor. Örneğin duruşmaya katılan konsoloslar arasında İspanya’nın Büyükelçi düzeyindeki Başkonsolosu yok. Çünkü İspanya bu konuda ABD ve bazı Avrupa ülkeleri gibi kışkırtıcı bir tutum içinde değil.
Buna karşılık ABD Dışişleri sözcüsü Mark Toner, konuyla ilgili tutumlarını şöyle açıklıyor: “söz konusu gazetecilerle ilgili düşüncelerimizi, Türk hükümetinin temel özgürlüklerden biri olan basın özgürlüğüne yönelik tutumuna ilişkin endişelerimizi daha önce de açıkladık. Türk yetkililere çağrımızı yineliyoruz. Tüm bireyler ve içinde basının da olduğu kuruluşlar, işlerini yapmakta ve düşüncelerini açıklamakta, eleştirmekte özgürdür. Bu Türkiye'nin anayasası tarafından da güvenceye alınmıştır. Davayı izlemeyi sürdüreceğiz”. Bu, ABD İstanbul Başkonsolosu davayı izlemeye gitsin, gitmesin, son derece net biçimde, devam etmekte olan bağımsız yargı sürecine müdahale anlamına gelebilecek, tarafsızlık ilkesine uygun düşmeyen bir açıklama değil mi?
Yazımı kaleme alana kadar bilebildiğim kadarıyla benzeri bir açıklama da İtalya Dışişleri Bakanlığı’ndan gelmiş bulunuyor. İtalyan Dışişleri’nin Başkonsolos Federica Ferrari Bravo ’ya sahip çıktığı notasında, “ifade özgürlüğünün Ankara’nın AB üyeliğine aday ülke konumu itibariyle siyasî tartışmalarda temel önemi bulunduğu” vurgulanıyor. Oysa sorun tam burada kilitleniyor, çünkü Mahkeme’ye adeta konuyu, “MİT'e ait yardım TIR’larının durdurulması olayına ilişkin gizli kalması gereken bilgi ve fotoğraflara yer verildiği” gerekçesiyle değil, “ifade özgürlüğü” çerçevesinde ele alması telkin olunuyor. Dışişleri Bakanlığımızın altını çizdiği husus göz ardı edilmiş bulunuyor kısacası.
Bu itibarla, konuyu Konsoloslar sorunu değil, mensubu bulundukları ülkelerle aramızdaki siyasî bir sorun olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu sorunu esasen söz konusu ülkelerin “bağımsız” medyalarında yayınlanan haberlerle sürekli yaşıyoruz. Çözüme kavuşturulması gereken sorun da bu kuşkusuz.
Serbestiyet