Komploların öcü ve diriliş

Olacağı buydu.

İhtiyacımız olan da belki tam buydu.

Her krizin diyalektik olarak içinde taşıdığı değişim, suya düşmüş kedi yavrusu gibi ensenizden tutar sizi kıyıya atar, mühlet dolunca.

“Gerçek”le bu kadar alay eder, tarihin bu kadar ırzına geçer, adalete, vicdana bu kadar köle muamelesi yaparsanız...

Ne olur biliyor musunuz?

Bugün olan olur.

“Gerçek” kıyılarınızdan çekilir, o çok sevdiğiniz komplolar lağım gibi taşar her yerden. Ama zelil amaçlar hâsıl olduğunda, aynı yerde durmaz komplolar; döner sizden öcünü alır.

Bu Matrix filmi değil... İstediğinizde mavi hapı yutup oyundan çıkamıyorsunuz. Evet, daha çok Inception‘a benziyor. Gerçeklikten rüyalara gidebilirsiniz, ama dönmek için sert bir şoka ihtiyaç olur. Daha alt katmanlara indikçe, gerçekliğe dönmek için daha sert daha sert dürtmelere, düşüşlere ihtiyacınız olur.

Bazen o kadar uzağa gidersiniz ki, artık geri dönmek de mümkün olmaz.

Ee, ne demiş atalarımız.

Crime does not pay.

Hiçbir suç cezasız kalmaz yani.

Şimdi, “komplolarla” bulanmış ülkemizde, hezeyanlarla yaşamak durumunda bazıları. Çünkü düne kadar ne yaptıklarının farkındalar. Onların değişimden anladığı, diktanın el değiştirmesi sadece. Tarihin müspet bir sayfa da açabileceği ile ilgili bir bilgileri yok. Kendilerinden öç alınmasından korkuyorlar.

Çünkü suçlu olduklarını biliyorlar. Yedikleri naneleri çok iyi biliyorlar.

Ve her şeye bu korkuyu yansıtıyorlar.

Cenneti gökten yere indirip “Hadi” deseniz, kendi cehennemlerini tercih ederler, inanın.

Ne olacak bu memleketin hali, bu kutuplaşma nasıl hal olacak, “güven” gurbetten ne zaman kesin dönüş yapacak, ne zaman şöyle rahat bir nefes alacağız, komplolardan müteşekkil gündemlerden kurtulup, ne zaman bir oh diyeceğiz, diye sorarken yakalıyorum sürekli kendimi.

Eskiden benim gibi “Ermeni dölleri”nin işi kolaydı. İtilip kakılıyorduk, esir muamelesi görüyorduk, bunun değişeceğine de hiç inanmıyorduk. Gidebilen gitti. Gidemeyen, gidemediği, atalarının mezarını, anılarını, yeni doğan yeğenini ardında bırakmayı içine sindiremediği için gitmedi.

Rakı-boğaz meselesi değil yani. Dünyanın her yerinde cennet gibi yerler var. Türkiye’den güzel yerler de var, şişinmeye gerek yok.

Ama memleket bir tane.

*** Bir on yıldır ülke hareketlendi. Bir haller oldu. Kalktı İslamcı, şeriatı getirecek denen bir parti çıktı, ülkeyi adeta uçurdu.

İkinci döneminde alçaktan uçuyor, en sert ve samimi bir şekilde yine biz eleştiriyoruz.

Vallahi hiç de komplekse girmedim.

MHP de olsa girmezdim, VYZ de olsa girmezdim.

Önyargılardan en çok ben çekmişim çünkü. Kimsenin sıfatını bir kâğıda yazıp, sonra o kâğıda kutsallık atfedemem.

Hatta, yıllarca verilmemiş hakkımın, laikçi çağdaşlardan değil de, hep horlanan Müslümanlar ve hep bedel ödetilmiş demokratların koalisyonundan gelmesinden “şeytani” bir haz alıyorum.

Bunun tarihin acı bir dersi olarak görüyorum.

Hâl böyle olunca, dostlar, benim hislerim de değişmeye başladı. Kendimi artık bu ülkeye daha ait hissediyorum. Bu değişimi önleyemiyorum. Lanet olsun içimde filizlenen bu memleket sevgisine! Ne güzel, tribünde çiğdem çıtlatıp, her olumsuz olayda haklı çıkmaktan şeytani bir haz alıyordum eskiden. Milli takım yenildiğinde sevinirdim. Bu beni bir vatan haini yapar mı, eh, beni hep başkaları haksız yere vatan haini, bölücü, şeytan yapmış, bir seferlik de hak edeyim, ne olur, kıyamet mi kopar? Açın dava, yargılayın beni.

Ama bir insanın, milli takımını tutamamasının ne büyük bir haksızlık olduğunu bilir misiniz? Milli bayramlarda üzerlerindeki haçlı elbiselerle temsili Ermeni düşmanlar süngülenirken içinizde oluşan öfkeyi fark ettirmemek için midenize kramplar girdi mi hiç? Bir Ermeni olduğunuz halde her Allahın günü Türküm, doğruyum diye ant içtiniz mi? Noelleriniz, Paskalyalarınız dururken, gelip Ramazan, Kurban bayramınızı kutladıklarında kekelediniz mi? Askerde “Ermeninin ta ...mına ...” nakaratlı marşta uygun adım yürüdünüz mü? Bu ülkenin bayrağına her baktığınızda sizi orada reddeden, tehdit eden bir gölge gördünüz mü? Kendi vatanında sürgüne çıkmanın nasıl bir haksızlık olduğunu hiç düşündünüz mü?

Yurdundan ayrılıp gurbete çıkanın özlemi gerçektir, dönüş ümidi vardır. Ama benim gibi, kendi doğduğu toprakların ittiği, incittiği, sövdüğü bir insansanız, nereye gidebilirsiniz ki!

Beni eleştirenler oluyor. Kandırıldığımı, yanıldığımı söyleyenler... Umurumda değil diyemem, insana değer veririm çünkü. Ama bir şey diyeyim mi?

Bence böyle söyleyenler yanılıyor. Bir kere, hiçbirimiz sütten çıkmış ak kaşık değiliz. O zaman kim kime güvenecek? Bir yerden başlamak gerekir değil mi? Azınlıkların mallarına el koyan Vakıflar Yasası’nı değiştiren AK Parti’yi “Sevr’i hortlatıyorsunuz, Agop’un mallarının derdine düştünüz” diyen CHP’ye mi güvenecektim ya?

İnsanları salak mı zannediyorsunuz siz?

WikiLeaks‘te Hrant Dink’in AK Parti analizlerini bir daha okuyun. Özellikle de beni Hrant’ın solculuğu ile eleştirip, zayıf noktamdan vurmaya çalışan aklı evveller okusun.

AK Parti de kızdırıyor beni ama, onları değiştirmeye gücüm olduğunu hissediyorum. Darbeli solcularla, 1940 model CHP’yle uğraşacak yüreğim yok doğrusu. Dert ediniyor yazıyorsam bazen, ülkeye ayak bağı oluyorlar da ondan.

Bu 24 Nisan, Ermenilerin yokoluş yürüyüşüne çıktıkları tarihin 96. sene-i devriyesi. Biliyor musunuz, bu 24 Nisan, Diriliş, yani Paskalya Yortusu’na denk geliyor, bir de bizim gazeteden sevgili Naide’mizin nikâh gününe...

Diriliş günü. Bilmem anlatabildim mi?

markaresayan@hotmail.com

TARAF