Müslümanlar üzerine büyük oyunlar oynanıyor. Biraz feraseti, vicdanı ve aklı olan herkes bunu görebilir. Komplonun özneleri ise hem küresel hem de yerel devlet erkleri.
Bu meyanda “irtica”, “İslâmî terör”, “El Kâide”, “Taliban”, “burka”, “başörtüsü”, “siyasal İslâm” vs. herbiri operasyonel bir kavram olarak tavzif edilmiştir.
Dünyanın Müslüman olmayan herhangi bir köşesinde sıradan insanlara, “Terör denince akla hangi din müntesipleri gelir?” diye bir soru yöneltseniz, “İslâm” cevabını alırsınız.
İslâm hâricindeki din müntesiplerinin gerçekleştirdikleri terör eylemleri dinle irtibatlandırılmaz. “İslâmî terör” yaftalamasında olduğu gibi bir “Hıristiyan terörü”, “Musevî terörü”, yahut “Budist terörü” gibi bir yakıştırmayı da göremezsiniz.
Bir yerde bir terör olgusu varsa, arkasındaki siyasi etmenlerle ele alınır. Lâkin Müslümanların sorumlu tutulduğu her terör eylemi doğrudan İslâm’la irtibatlandırılmaktadır. Bu bir tesadüf mü?
Kesinlikle hayır. Burada Müslümanlara tuzak kuranların titizlikle yürüttükleri psikolojik savaş taktiklerinin belirli ölçülerde başarılı olduğunu görmek durumundayız.
Bunun sonucu olarak da “terör ve İslâm” arasında bir illet bağı var vehmi geniş kitlelerin zihninde yer etmiş durumdadır. Rakamlar tam aksini söylese de vehimle gerçek yer değiştirmiş bulunmaktadır.
Geçen Pazartesi Ali Ünal Zaman’daki köşesinde “Global terör politikaları ve Balyoz” başlıklı yazısında konuyla ilgili şöyle diyordu:
“Global 28 Şubat'ın hedefi güya terörü bitirmekti. Oysa FBI'ın raporlarına göre, ABD'de 1980-2005 tarihleri arasında meydana gelen terör saldırılarının yüzde 94'ünün Müslümanlarla ilgisi yokken, ABD Dışişleri Bakanlığı'nın raporlarına göre de, dünyada ABD'ye karşı işlenen terör suçlarının ancak % 7'si İslâm dünyasında işleniyordu. Buna rağmen, terörle savaş, "İslâmî terör"e karşı savaş şeklinde tezahür etti ve bu savaşın kod adı da el-Kaide idi.”
Bu rakamlar bile terörün İslâm’la ilintilenmesinin açıkça bir kurgu olduğunu ortaya koymaktadır. Soğuk Savaş sonrası Müslüman dünyanın hedef seçildiğini bilirsek meseleyi anlamakta fazla zorluk çekmeyiz.
Ülkemizde ise sorun daha derinlerde. Dindarlar 100 senedir “irtica” yaygarasıyla sindirildi hep. İlk irtica operasyonu sahteydi, aynen bugünküler gibi. 31 Mart Vakası elbette tarihî bir gerçektir. Ancak çıkan isyanın bir irtica ayaklanması olduğu gerçek değildir. Asker bu olayla siyasete yerleşti. Bir daha da oradan çekilmek istemiyor.
İttihatçı geleneğin devamı olan ordu içindeki çeteler ne zaman halkın iradesi iktidara yansımaya başlasa bir darbe yaptılar. Başbakan ve bakanları asmaktan da yüksünmediler.
Ak Parti iktidara geleli beri ortaya dökülen darbe planlarının sayısı ve içeriği, “Normal bir ordu içinde bu kadar darbe heveslisi nasıl barınır?” sorusunu sordurmaktadır. Hele darbe ortamı oluşturabilmek için çarşaf çarşaf medyada yayımlanan o meşum planlar yok mu, insanın kanını donduruyor.
Ordumuz, askerî olmayan hiçbir şeye güvenmiyor. Ne halkın seçtiği hükümete, ne halkın kendisine, ne de askerî olmayan yargıya güveniyor. Darbe planlayanları mahkemeye çıkarmamak için yapılanlar bunu açıkça ortaya koymaktadır.
Ama şu hususun altını tekrar çizmek istiyorum: Darbe planlarının temel kaldıraç gücü, irtica. Vakada irtica olması gerekmiyor. Darbeciler, sarıklı cübbeli provokatörlerle askerî müzeye saldırarak bu eksiği gidermeyi planlamışlar zaten.
Yerelden küresele, pis oyunların, kanlı eylemlerin merkezine Müslümanlar yerleştirilmiş. Onları provoke edebilmek için de kutsallara pervasızca saldırı planları yapıldığı ve bazılarının icra edildiği malûm.
Müslümanlar terör yapmaz gibi bir söylemin peşinde değilim elbette. Her terör eyleminin kendine has siyasi hedefleri vardır. Zaten bir siyasi hedefi olmayan şiddet, literatürde terör sayılmaz. Kimi Müslümanlar da teröre bulaşabilir, bulaşmıştır da. Lâkin marjinal grupların eylemleri terörün asıl hedefinin Müslümanlar olduğunu gizlemez.
VAKİT