Her komplo teorisi aslında bir iradesizliğin ifadesidir. İftira atmak ta öyle…
Eğer özgür bir iradeniz yoksa, başkalarına ipotek etmişseniz tavırlarınızı ya her şeyi düşmanınızın oyunlarıyla açıklarsınız ya da iradenizi teslim ettiğiniz efendiniz neye iyi derse onu alkışlar neye kötü derse ona çamur atma telaşına düşersiniz. İftira da böyle bir çaresizliğin ifadesidir aslında.
Delile, anlamaya ihtiyaç duymayan anlık bir çaredir. Namertçe vur kaç taktiğidir.
Arap Baharı olarak adlandırılan “Yeni Durum” birçoğumuzun zihin konforunu fena halde bozdu…
Yıllardır kokuşmuş rejimler tarafından susturulan Halkların kendi iradelerine ve onurlarına sahip çıkmaları dünya tarihine geçerken herkesin şahitliği de kimin nasıl bir ahlâkî hâl üzere olduğuna ışık tuttu…
Bazıları aristokrat bir dudak bükmeyle halkların fıtrat feryadını komplo teorileriyle açıkladılar.
Amerika bölgeyi dizayn etmekte piyon olarak ta “muhalifleri” kullanmaktaydı. Yoksa halkların bu rejimlere başkaldırması nasıl olacaktı! Dün susmuşlardı bugün niye isyan etsinlerdi? Bu bölgeye demokrasi de gelecekse onu da Amerika getirirdi.
Bölgede olan bitenlerde iradesizlik beyanı ve her şeye kâdir Amerika ilânı böyle bir şeydi… Komplonun ucu açıktı, hesap vermeye, delil göstermeye gerek yoktu. Mesela Mısır’daki iyiydi de Suriye’deki kötüydü? Ya da Suriye’deki iyiydi de Bahreyn’deki kötüydü… Neden mi? Çünkü irademiz başka merkezlere teslim edilmişti…
Bu “iradesizlik” hem Amerikayı kâdiri mutlak gösterirken hem de o muhteşem zekâsını yatsıya kadar bile yanmayan ucuz iftiralara kullandı…
Mesela Suriye’deki halk Der’a’da isyan edince Ürdün kışkırtıyor dediler, Banyas’takiler feryad edince Lübnan’dan silah aldılar dediler, Cisr eş-Şuğur bağırınca Türkiye fitne Fesad dediler… Şam’da, Hama’da, Humus’ta Beşyüzbin insan çığlık atınca ne dediler?! Tısss….
İran rejimi, Irak’ta ve Afganistan’da Amerikayla açıktan işbirliği yapınca bunu eleştirmeyip Amerikayla işbirliği yapmayan Suriye ana muhalefetini Amerikaya göz kırpan küçük oluşumları gösterip töhmet altında bırakan arkadaşlarıma bir devletin açık dış politikasına göz kapamanın ne anlama geldiğini sormak isterim…
Töhmet ki tecavüz, işkence ve katliamı “normal” ve “ama ne yapalım bu işkenceciler, tecavüzcüler ve katiller bizimkileri desteliyorlar” diyerek görmezden gelmek ne anlama geliyor?
Bu zalimler giderse yerine “belki” başka bir zalim gelebilir zannını öne çıkartıp zalimin zalimliği “gerçeği”ni bu zayıf “ihtimal”e kurban eden bir iradesizlikle karşı karşıyayız. Neden? Çünkü öyle isteniyor…
Ucuza kullanılan keskin zekâ, saldırılarını önce Hakan Albayrak’a yönelttiler. Yıllar boyunca mezhep ayrımı yapmadan nerede bir Müslüman varsa onun koluna giren bu kalbi aydın insana olmadık iftiraları attılar…
Bu zekâ, 16 Temmuz’da sınıra yürüyerek Suriye halkıyla dayanışma ve ulusu devlet sınırlarını sorgulama amacı güden gençlik hareketini önce Amerikancı yaptılar. O hareketin öncülüğünü yapanlardan biri olan Adem Özköse’nin Suud Ajanı olduğunu(!) söylediler. Yetmedi Hariri kamplarında eğitim gördüğünü(!) iddia ettiler. Özköse 2006’da Hizbullah lehine yayınlar yapan bir gazeteciydi, Fadlullah’la çok olumlu bir röportaj gerçekleştirmişti önemli değil çamuru at çamur atan bile inanmasın önemli değil…
Bu ucuza giden zekâ küpleri, Bahreyn’le Suriye’yi yarıştırmaya kalktılar. 16 Temmuz Hareketinin bir çok metninde Bahreyn halkının haklı davasının desteklendiğini bile bile…
Bazı zekiler ise oklarını bu satırların sahibine yöneltti…
Oysa bendeniz, 2006’da Hizbullah’ı desteklemiş, İran’a yönelik emperyalist kuşatmaya karşı halen tavrını ifade etmişti. Daha 2009’da Yemen’deki Husî Direnişini Yemen’de Zeydi Direnişi Yükselirken diyerek gündemleştirmiş, Abdullah Salih’in nasıl bir diktatör olduğunu anlatmıştım.
Geçtiğimiz aylarda ise Bahreyn halkının haklı taleplerini müstakil bir makalede ele almıştım. Bununla da kalmayarak gerek Hilal TV’deki mülakatlarımızda, gerekse de Özgün Duruş Gazetesi ve Haksöz’deki yazılarımızda özellikle İslami ana muhalefetle halkta tabanı olmayan küçük kimi muhalif gruplar arasındaki farka dikkat çekmiş, ABD’ye göz kırpanların “kirli muhalefet” olduğunu anlatmıştım. Ama tüm Suriye muhalefetine Amerikacılıkla iftirası atan kimi çamurcuların hiçbiri Amerikan diplomatları eşliğinde yürütülen Bahreyn krallığı-Bahreyn Ana muhalefeti görüşmelerini yazmadılar, görmediler göstermediler…
Lübnan’da gerçekleşen Nehrul Barid operasyonunun gayriinsani olduğunu ve orada 4000 mülteciye zulüm yapıldığını ifade etmiş, bu zulme sebep olan provakasyona da Lübnan: Bilinçaltının Sınavı diyerek tavır almıştım…
11 Eylül 2001’de gerçekleştirilen katliamın gayriislami olduğunu Ekim 2001’de yayınlanan makalemden okuyabilirsiniz. Ve ardından gelen saldırı dalgasının da o saldırıları bahane edip işgallerine meşruiyet kazandırmaya çalışanların da yanlışta olduklarını anlattım…
Başından beri sivil-harbî ayrımı yapmayan kör şiddetin bir ferasetsizlik ve fıkıhsızlık ürünü olduğunu ifade ediyorum. Bu tarzın sadece direnişleri tükettiğini, tekfircilik fitnesinin sadece cihadı yiyip bitirdiğini Yenilenme (Tecdîd) ve Direniş Ayrışmaz Bir Çizgidir diyerek söylüyorum… Hatta öyle ki Norveç’teki katliamın faili eğer Müslüman biri olsaydı bazı arkadaşlarımızın bin dereden su getirip çeşitli teviller getireceklerini bunu Mumbai Katliamı ve benzerlerinde yaptıklarını da biliyorum…
Mezhepçilik belâsının sünnisi şiisi olmadığını bu fasid dairenin ancak mutedil bir tavırla kırılabileceğinin de altını çiziyorum…
“Ehl-i Sünnet müdafaası” adına sabah akşam Şia düşmanlığını gündemleştirenlerin hedef saptırması içinde olduğunu da yazdık söyledik… Hatta Üstad Karadavi İran’ın Şiileştirme siyasetine haklı bir tepki getirince biz Karadavi’nin kalkış noktasını masaya yatırmış, Karadavi aslında kendisiyle tartışıyor diyerek Şii mezhepçiliği ile Sünni mezhepçiliği arasında aslında mantık olarak bir farkın olmadığının altını kalın kalın çizmiştik… Mezhebi ihtilafları aşmanın yollarını ise gerek Muhammed Huseyn Fadlullah ile
Bölgedeki en büyük hastalık, çıkarcılık/pragmatizmdir.
Bu hastalığı da Mezhepçilik, hizipçilik, milliyetçilik gibi taassuplar besler. Bu taassup nasıl kırılır?
Elbette Kur’ân’la akleden özgür iradelerin inşâsıyla
Kimseye beynini ipotek ettirmeyen, Adaletsizliği, yanlışı en sevdiği yapsa bile ona hakkı tavsiye edebilen, Ma’rufu, doğruyu düşmanı bile yapsa onun hakkını takdir edebilen özgür iradeler…
Bu özgür iradeleri kuşanabilmek için biat’ın ancak özgür iradelerin sözleşmesi olduğunu hatırlatırım.
Bugün adına biat denen şeyin sadece kulların kullara kulluğu anlamına geldiğini ve biat eden cemaat olana kadar sürüler halinde kimi çobanların peşinde koşturacağımızı hatırlatırım…