E.H. Carr, Komintern'in Alacakaranlığı 1930-1935'te, Sovyetler Birliği'nin kuruluşunu tamamlaması ve Avrupa'da devrim ihtimalinin sönümlenmesinin ardından komünist partilerin Sovyetler Birliği'ne bağımlı hale geldiği bir süreci ele alıyor.
Asım Öz / Haksözhaber
Komünist Enternasyonal (Komintern) 1919 ile 1943 arasında faaliyet yürütmüş komünist dayanışma ağının en geniş katılımlı cephesini teşkil eder. Birinci Enternasyonal'in olumlu mirasına sahip çıkarken, Birinci Dünya Savaşı sırasında kendi hükümetlerinin yanında saf tutan sosyal demokrat partilerin İkinci Enternasyonali'nden de kendisini ayırmıştır. Bu nedenle Üçüncü Enternasyonal adıyla da bilinmektedir. E.H. Carr, Komintern'in Alacakaranlığı 1930-1935'te, Sovyetler Birliği'nin kuruluşunu tamamlaması ve Avrupa'da devrim ihtimalinin sönümlenmesinin ardından komünist partilerin Sovyetler Birliği'ne bağımlı hale geldiği bir süreci ve yaşanan kırılmaları ayrıntılarıyla ele alıyor.
İki Büyük Kriz Ortamı
Uzlaştırılması pek kolay olmayan bu iki amaç 1923 Alman ayaklanmasının başarısızlığa uğramasından, Estonya ve Bulgaristan'da 1924 ve 1925'te meydana gelen başarısızlıklardan ve Çin'de Komintern'in hararetle desteklediği burjuva milliyetçi devrimin 1927'deki yenilgisinden sonra farklılaştı. Sovyetler artık dünya devriminden vazgeçmişti. Her ne kadar Komintern'in açıklamalarında dünya devrimi ifadesi yer alıyor olsa da artık Sovyetlerin varlığını sürdürmesi birincil amaç haline getirilmişti. Sovyet rejimi, başarısızlığa uğrayan her komünist/sosyalist isyanın kapitalist dünyada Sovyetler'e karşı düşmanlığı arttırmaktan başka bir işe yaramadığını düşünüyordu.Bu gelişmeler en fazla Komintern'i etkiledi kuşkusuz. Geleneksel sol literatürün sözcüklerini kullanmaya devam etse de Komintern'in dili Sovyet dış işlerinin diline nihai olarak hizmet eden bir işleve sahipti. Bir bakıma mevcut durumun teorik haklılaştırımı Komintern tarafından yapılıyor ve farklı ülkelerdeki Komünist partilere dikte ettiriliyordu. Düşman bir dünyada Sovyetler komünizmin tek kalesi olarak algılandığından onun savunulması tüm komünistler için birincil ve öncelikli bir çıkar olarak algılanıyordu.
Hitler'in iktidara gelişi ise Komintern içindeki anlaşmazlıkların gün yüzüne çıkmasını hızlandırdı.Komintern'in uzlaşmazları komünist partilerin kendi ülkelerine karşı devrim tehdidini ayakta tutarak onları iş yapamaz hale getirmelerini savunurken esnek olanlar komünist partilerin kendi ülkelerinde komünizmin devrimci programını kabul etmeyen sosyal demokrat ve sosyalist partilerle yararlı bir işbirliği yapılabileceği görüşünü benimsediler. İki görüş arasında uzlaşma da pek mümkün olmadı.
Komintern'in Alacakaranlığı çalışmasının sınırlarını teşkil eden 1935 tarihi artık Komüntern'in Sovyet politikasının ve ideolojisinin yan uğraşına indirgenmesinin zirve noktasını teşkil etmesi bakımından önemli bir tarih. Kuşkusuz sonraki gelişmeler de Komüntern'i anlamak bakımından önemlidir. Örneğin İspanya İç Savaşı'nın dramatik sonuçları, Münih Krizi ve Ağustos 1939 tarihli Sovyet-Alman paktı ve İkinci Dünya Savaşı sırasında kurumun tamamen tasfiye edilmesiyle sonuçlanan süreç aslında bir anlamda Sovyetlerin politikalarının da açmazını oluşturmaktadır.
1928 yılında Komintern tarafından benimsenen katı çizgi komünistlerle sosyal demokratlar arasındaki husumeti keskinleştirmiştir. Troçki komünist prtilerin devrimci umudun partisi olamadıklarını bu ortamda karşı devrimci umutsuzluğun neticesi olarak faşizmin yükselişe geçtiğini Almanya özelinde erken farketmişti. O, Almanya'da sosyal demokratların ve komünistlerin işçileri birleştirme konusundaki başarısızlıklarını eleştiriyordu. Almanya'da sosyal demokratları eleştiriyordu ama onları kesinlikle faşizmle özdeşleştirmiyordu. Sosyal demokrasiyi işçi sınıfı bileşimine rağmen burjuvaya hizmet eden bir anlayış, SPD'yi de tümüyle burjuva partisi olarak görüyordu. Komintern toplantılarında ise sürekli olarak sosyal demokrasinin suçlandığını görüyoruz. Öyle ki 1930'da yapılan seçimlerde Nazilerin oy oranlarını arttırmış olmasını bir yandan Alman işçi kitlesi için alarm işareti olarak algılıyor bir yandan da Nazilerin kazançlarının burjuva partilerinin ve "omurgasız" Alman Sosyal Demokrat Partisi'nin aleyhine olmasından sevinç duyulmaktaydı.
Almanya'da sürekli olarak suçlanan sosyal demokrat oluşumlar güçlenen faşizmden daha tehlikeli görülmüşlerdir. Bu bir anlamda siyasete nasıl baktığını da gösterir Komüntern yetkililerinin. Troçki ise hem Almanya'da yaşananları iyi teşhis etmiş hem de Almanya içinde yaşananların zamanında durdurulamadığında Avrupa'yı kaçınılmaz bir savaşın içine yuvarlayacağını öngörmüştür. Buradan hareketle de Komintern'in ve Alman Komünist Partisi'nin (KPD) izlediği politikalarının yetersizliğini teşhir etmiştir. Alman Komünist Partisi ise bir yandan sosyal demokratları eleştiriyor öte yandan ise Komintern'in Moskova perspektifli yaklaşımlarının tutsaklığını yaşıyordu. Bu haliyle Almanya'da politika geliştirebilmekten oldukça uzak bir konumdaydı. Hitler'in iktidarı döneminde Alman Komünist Partisi'nin Komintern direktifleri ile hareket ettiği görmezden gelinerek Komintern tarafından eleştirilmesi de işin bir başka yönüydü.
1928'deki altıncı kongre ve sonrasında belirlenen çizgiyiyi reddeden Troçki özellikle yedinci kongreyi değerlendirirken bu kongrenin tarihe bir tasfiye kongresi olarak geçeceğinin altını çizer. Yedinci Kongre bir anlamda 1943'te tasfiye edilen Komintern'in akıbetini gözler önüne seren bir kongre olmuştur. 1943'te ise Komintern feshedilmiştir artık.
Sovyet Çıkarları ve Komünist Partiler
Komintern'in Alacakaranlığı, dünyanın dört bir yanında samimiyetle komünist olmuş bir kuşağın, bağnaz bir siyasal/diplomatik çıkar dürtüsüyle nasıl harcandığını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Otuzlu yıllarda Çin'de Mao Troçki'ye yakın olduğu söylenen bazı parti liderlerini ve Kızıl Ordu komutanlarını görevden alır. 1931 Eylül'ünde Güney Mançurya demiryollarındanki bir olaydan sonra Japonya'nın Mançurya'nın tümünü işgal etmesi Sovyet çıkarları için bir tehditti. SSCB Japon saldırısından çekindiği için Çin Komünistlerinin kasabı konumundaki Çang Kay-şek yönetimiyle Aralık 1932'de karşılıklı olarak birbirini tanıma ve büyükelçi teatisi konusunda bir anlaşma yapılır. Çang'ın ordularının güneyde yeni kurulan Çin sovyet hükümeti ve Kızıl Ordu'yu ortadan kaldırmak için savaştığı bir sırada yapılan bu anlaşma SSCB'nin 1920'lerde Moskova'da geliştirdiği siyaset biçiminin meselelere yaklaşım noktasındaki çelişkilerini ortaya koyan bir örnekti. Çin'de Mao'nun uzun yürüyüşünü sürdürdüğü sırada toplanan Kominternin yedinci kongresi faşizme karşı birleşik cephe çağrısını güçlü biçimde seslendirecekti. Çin'de bu çağrının anlamı birbiriyle savaşan Çinli hizipler arasında bir uzlaşma ve Japon saldırganları kovmaktı. Mao ve izleyicileri için ise bu gerçek dışı bir beklentiydi. Japonya'ya karşı direnme pratik içerikten yoksun boş bir slogandı. Pençelerinden öylesine yakın bir zamanda kurtuldukları Çang Kay-şek'in orduları ve Kuomintang, onların varlığı için görülebilir ana tehdidi oluşturuyordu. Japonya'dan gelen saldırının tüm öteki meselelere egemen olacağı an daha ileriki yıllardaydı. Aynı çelişkili tavır Alman hükümetiyle de ilişkilerde de yaşanır. Hitler Almanya'da iktidara gelince SSCB'nin Alman hükümeti ile ilişkileri Alman hükümetinin Alman komünistlere reva gördüğü muameleden etkilenmez. 1933'ün ilk aylarında Sovyet ve Komintern çevrelerini en fazla meşgul eden şey, Alman Komünist Partisi'nin kaderi ya da Avrupa'da devrim olasılığı yıldızının sönmesi değil, Hitler'in iktidarının SSCB için neden olabileceği olası tehlikeydi.
İspanya'da da faşizme karşı birleşik cephe yaratma düşüncesiyle İspanya Komünist Partisi(PCE) ile İspanya Sosyalist İşçi Partisi(PSOE) arasında birlik yaratılması gerektiği Komintern'in dergisinde yayımlanan başmakalede ifade ediliyordu. İspanyol Lenin'i olma iddiası taşıması nedeniyle Moskova'yı rahatsız eden Largo Caballero'ya da öfke duyuluyordu.
"Mürit" Olarak Komünistler
İtalyan Komünist Partisi ve yöneticileri bir yandan Troçkiye yakın gördükleri isimleri partiden temizliyor bir yandan da Moskova'nın gözüne girmek için hemen her şeyi yapıyordu. Özellikle Almanya'da yaşanan gelişmeleri yorumlarken sosyal demokratlara karşı takınılan pür eleştirel tavırda bunun yansımaları görülmektedir. İtalyan komünistleri ezilirken Sovyet hükümeti 6 Mayıs 1933'te Mussolini İtalyası ile karşılıklı iltifatların yapıldığı bir ticaret antlaşması imzaladı. Ardından İtalya ile bir saldırmazlık antlaşması imzalandı. Bu antlaşmalar İtalya'da sosyalistlerle komünistler arasınsdaki tartışmları derinleştirdi. İkinci Enternasyonal konferansında bu konuyu gündeme getiren sosyalistlere karşı komünistler bu antlaşmaları Sovyet dış politikasındaki bir dizi parlak başarıdan biri olarak yorumlayı tercih ettiler. Bütün bu Sovyet sempatisine karşın İtalyan komünistleri Moskova nezdinde gerekli krediyi elde edemez ve çeşitli eleştirilerin muhatabı olur.
Komintern'in otuzlu yıllardaki esas söylemi sağ ve sol sapmaları suçlamak, sosyal faşizm olarak görülen sosyal demokrasiyi yermekle iktifa eden sıkıntılı bir söylemdi. Siyasette olup bitenleri okuyamayan birt körlüktü bu aynı zamanda.
Polonya Komünist Partisi(KPP) benzer atraksiyonlarla Troçkistleri ve ulta-Sol yarı Troçkistleri kendi içinden temizleyerek "Bolşevik modeline göre yekpare bir parti" olmayı başardığı için Moskova'nın övgülerine mazhar olmuştu. Benzer durum Avusturya Komünist Partisi(KPÖ) politikalarında da görülebilir. Bu parti Mussoli'nin güçlendirdiği faşistlere karşı mücadele edeceğine Sovyetlerin "büyük politikası"na uygun olarak legalliği esas alan ve o yıllar itibariyla ciddi bir Marksist parti konumunda olan sosyal demokratları suçlamayı bütün her şeyin önüne almışlardı. Onların sekter bakışına göre sosyal demokratlar Avusturyalı işçileri faşist diktatörlüğün boyunduruğu altına sokmuşlardı. Birleşik cephe kurmak için "hain" İkinci Enternasyonal yıkılmalıydı. Farklı ülkelerde kendini farklı kılıklarda ortaya koyan faşist partilerin güçlenmesi sosyal demokratlara bağlanıyordu. Avusturya'daki faşizm kendine özgü bir yapıdaydı. Katpolik Kilisesi ve İtalya'ya bağımlıydı buradaki faşizm. Diğer ülkerdeki Nazilerden ayrılıyordu bu yönüyle.
İngiltere Komünist Partisi(CPGB) ile İngiliz İşçi Partisi arasında da bir husumet yaşanıyordu otuzlu yıllarda.İki parti Komintern'in faşizme karşı birleşik cephe/ ittifak politikası doğrultusunda görüşmeler yapmışlardı. İşçi Partisi bu görüşmeler sırasında Sovyet çıkarlarının ilkelerden daha belirleyici olduğunu farketmişti. Sovyetlerin bir ayndan Berlin'le dostluk ilişkisi yürütürken diğer taraftan antifaşist bir ittifak oluşturma çabaları arasındaki derin çelişkiyi cesaretle dile getirmişti.Tabii bu ikircikli politkada belirli bir yeri olan Komintern'de eleştirilerden payını almıştı.Onların anladığı enternasynalin hemen hemen tümüyle Rusya Komünist Partisi ile özdeşleşmek olduğu vurgulanmaktaydı.
Fransız Komünist Partisi(PCF) seçimlerde kayda değer bir bşarı gösteremedi. Fransız Ssyalist Partisi (SFIO) ise oylarını arttırıyordu. Komünist partililer yenilgi sebeplerini hep kendi dışlarında aradılar. Komintern'in sosyal demokratlara bakışı konusundaki uzlaşmaz tutumunu hiçbir biçimde değiştirmediler. Fransız Komünist Partisi yetkilileri "Biz Stalin'i dinledik çünkü o bütün davranışlarıyla devrimci olduğunu göstermiştir. SSCB ve barışı korumak için herşeyi yapacağız" diyordu.
Oldukça hoş anekdotlar da yakalmayı başarıyor Carr çalışması boyunca. Pek çok örnek anılabilir bu noktada. Ama benim dikkatimi Dimitrov'dan aktardığı şu ifadeler çekti: "Eğer politikamızı ve taktiklerimizi değişen duruma ve işçi hareketinde yer alan yeni yönelişlere uyarlayamazsak, devrimci Marksist-Leninistler olamayız. Markx-Engels-Lenin-Stalin'nin gerçek müritleri olamayız" Komintern üyelerinin kendilerini mürit olarak görmelerinden kaynaklanan bir dikkat çekme bu. Muzaffer sosyalizmin ülkesi Sovyetlerde yapılan kongrede konuşanların çoğunun Lenin'in otoritesine başvurarak ve kongrede benimsenen duruşu haklılaştırmak için onun eserlerinden pasajlar aktarmaları dikkat çekici. Komintern'in hedeflerini Sovyetlerin politikalarıyla özdeşleştiren köklü eğilimden kaynaklanan bir tarafı da var bu alıntıların. 1931-32'den başlayan bir süreç bu bir yanıyla.Yabancı komünist partiler kendilerini zorunlu olarak Stalin'in şahsına yaltaklanmaya başlamıştır bu yıllardan itibaren. Bunun zirvesi son kongre olmuştur.
Rosa Luemburg ve Troçkide gördüğümüz ve Lenin'e karşı olan bütün dünyada devrim politikasının nasıl sönümlendiğini de gösteriyor Komintern'in Alacakaranlığı. Artık Komintern'in ajandasında dünya devrimi hedefi yerini SSCB'nin her halükarda savunulmasına bırakmıştı. Çünkü SSCB sosyalist devrimin zafer kazandığı tek ülkeydi. Bu düşünceden hareketle her ülkede komünist partilerin birinci görevi onu düşmanlarına karşı korumaktı. Otuzlu yıllarda Avrupa'da doğan devrimci ufuk Komintern tarafından sabırsız devrimci heyecan, sabırsız sol sekterlik olarak damgalandı.
Carr, tek ülkede sosyalizmin korunması, diplomatik ilişkilerde komünist ilkelerin değil de Sovyetler'in diplomatik çıkarlarının belirleyici hale gelmesinin, komünist partileri nasıl etkilediğini tartışıyor. Ulaşabildiği Komintern ve komünist parti arşivlerinin, dergilerin, gazetelerin, araştırmaların ve anıların yardımıyla zengin bir anlatı kuruyor Carr. Komintern'in, Avrupa'da devrim ihtimalinin sönümlenmesi üzerine aldığı kararların faşizm karşısında komünist partileri nasıl yalnızlaştırdığını, bu hatalı politikalara karşı çıkanların nasıl "hain" ilan edildiğini, "hainler"in önerileri haklı çıktığında bunun önemsenmeyip soğuk diplomatik bahanelerin nasıl tedavüle sokulduğunu gösteriyor.
E.H. Carr, Komintern'in Alacakaranlığı 1930-1935, Çeviren: Uygur Kocabaşoğlu, İletişim Yayınları, 2010, 525 sayfa.