KÖLN
Almanya Kuzey Ren Wesfalya bölgesindeki Müslümanlarla Dayanışma Platformu “Günümüz Pratiğinde Kur’an Hayat İlişkisi“ başlığı ile KÖLN Güney düğün salonunda bir program düzenledi. Programda Prof. Dr. İbrahim Sarmış, Hamza Türkmen ve Prof. Dr. Mehmet Okuyan sunumda bulundular.
Programda oturum başkanlığını Hüsnü Yazgan gerçekleştirdi. Yazgan, ümmet cografyasına saldırıları suçlamakla oyalanmak yerine, onlara karşı mücadele edecek bir kimlik va kişilikle inşa kazanmış bir toplum haline gelmemiz gerektiğini, bunun yolununda hidayet rehberimiz Kur’an’la bütünleşmekten ve donanmaktan geçtiğini belirtti. Kur’an’dan uzaklaşarak düşman karşısında düştüğümüz yerden yeniden Kur’an’la buluşarak, bilinçlenerek ayağa kalkacağımızı söyledi.
Sunumuna “Bugünkü düşkünlüğümüze nereden geldik“ sorusuyla başlayan İbrahim SARMIŞ, büyük bir deprem yaşadığımızı söyledi. Osmanlı Devleti güçlüyken Müslümanları şemsiyesi altında toparlıyabiliyordu. Düşkünlere yardım elini uzatabiliyordu. Ama Birinci Dünya Savaşı ile Osmanlı İmparatorluğu çöktü ve Müslümanlar bir deprem yaşadı. Sonra yer yer bagımsızlık mücadeleleri sonucunda Batılılar anlaşmalı olarak geri çekildi. Batılılar, Osmanlının eyalet veya ilçe pozisyonundaki yerlerini bir devlet olarak belirlediler. Katar, Kuveyt, Tunus, Suriye gibi. Bu ülkelerde eğitim felsefesinden ekonomisene, seyasetine kadar müfradatı onlar belirlediler. Ve bizi birbirimize bağlayan ortak paydalarımız erozyana uğradı. Yabancılaştık. Çünkü emperyalizmin medyası, siyasası bizi yönlendiriyor. Sebep yaşadığımız deprem.
Bu deprem tabiiki yüzyıllardır vahyin aydınlığını karartan, bizi köleleştiren nedenlerden kaynaklanmıştır. Şimdi bu depremden, enkazın altından kalkmaya çalışmalıyız.
Müslümanların siyaset konusunda ortak bir yaklaşımı yok. Kimisi “Sen siyasetle ilgilenirsen tağuta yönelmiş olursun“, kimisi de “Sen siyasetle uğraşmazsan hayatın dışında kalırsın“ diyor. Tabii ki evren ve toplumsal yasaları Allah belirler. Ancak yasalarla ilgili “Hakimiyet Allah’tandır“ ifadesi Kur’an’da da Sünnet’te de yoktur. Bu depremden uyanmış kimi Müslümanlar 70’li 80’li yıllarda bunu gündeme getirdiler. Kur’an’da ve Sünnet’te “Hakimiyet Allah‘ındır“ ifadesi değil, “Hüküm Allah’ındır“; yani helalı-haramı Allah belirler ifadesi vardır. Bizi ilgilendiren boyut, bu hükümlerin kimin tarafından uygulanacağıdır.
Şia diyor ki hükümleri imamlar uygular ve yetkilerini Allah‘ tan alırlar. Ehl-i Sünnet ise genelde bu hükümleri halk uygular dediği halde asırlarca saltanatla hükmetti ve yürüttü. Oysa Allah’ın hükümlerini insanlar uygulayacağı ve yorumlayacağı için yorum farklılıkları, bunlara muhalefet, partiler, meclis olabilir. Ama Allah’ın ayetlerine aykırı davranmamak kaydıyla. Peki bu işi yapanlar nasıl seçilecek dediğimizde, kültürümüzde manası daraltılmış olsa da şura hükmü karşımıza çıkar.
Yönetime katılımın Batı’daki biçimi demokrasidir. Demokrasi laik ve putperest temellidir. Ama Batı sisteminde demokrasi kötünün iyisidir. Bizim dünyamızda şura sistemi denilince aynı şeyden bahsetmiyoruz. Bugün demokrasi ifadesini daha kötünün yerine şura ifadesi ile kullanan Müslümanlar, demokrasiyi İslami bir alternatif olarak değil, bir imkan olarak kullanıyorlar. Sarmış, daha sonra yaşadığımız etnik, ekonomik, siyasive benzer aktüel sorunlara Kur‘an ile nasıl yaklaşacağımız ile ilgili vurgularda bulundu.
HamzaTÜRKMEN ise Kur‘an’ın ilk muhataplarının ilgilerinin sadece çevrelerindeki itikadi, sosyal, siyasi, ekonomik bozukluk ve karanlıklarla ilgilenmekle sınırlı olmadığını, Rum suresinin ilk ayetlerini hatırlatarak izah etti bu konuda risaletin ilk yıllarında Hz. Ebu Bekir’in en önde bir Kur’an talebesi olarak aynı zamanda dünya ahvali, sosyal ve siyasi olaylarla güncel ve aktif olarak nasıl ilgilendiğine tarihçi Taberi’den aktardığı bilgilerle örnekler verdi.
Türkmen de ümmetçe nimetten uzaklaşmamız sonucu uğradığımız düşkünlüğe va gayri İslami sistemler tarafından kimliğimizin tutsak alındığına değinerek, vahyi bilinçlenme süreci ile birlikte her türlü zulümden ve kuşatmadan kurtulma mücadelesinin önceliğine dikkat çekti. Kur’an’ı tertilen okuma görevinin bizi hayatın zulumatını giderecek pratiğe sevk etmesi gerekliliğine ve Resulullah’ın Kur’an’daki ilk vasfı şahidlik kavramına ve basiret üzere hakkı tebliğ etme görevlerine dikkat çekti. Bu nedenle de kuşatıldığımız cahili sistem içinde muhataplarımızı Müntehine suresinin 8. , 9. Ayetleri çerçevesinde değerlendirip Mekke Dönemi’nde sistem içi araçları vahyi ilkelerle kullanan Resululah’ın Sünneti’ndeki gibi değerlendirip açılım yapmamız gerekliliği üzerinde durdu. Diktatörlüğe karşı demokratik sistemlerin daha imkanlı olduğunu ama felsefik temelleri nedeniyle de bir Müslümanın demokrat olamayacağını belirten Türkmen, ümmet coğrafyasındaki ve Türkiye siyasasındaki gelişmeleri de maslahata uygun olanın ve olmayanın istişari temelde belirlenmesi çerçevesinde değerlendirilmesi gerekliliği üzerinde durdu.
Son olarak konuşan Mehmet OKUYAN ise “İbrahim ve Hamza bey ümmetin içinde bulunduğu tarihi, sosyal ve siyasi durumu ve ulus yapılardaki sorunlarımızı istifade edeceğimiz şekilde anlattılar. Bana düşen de bu konuda reçeteye dikkat çekmek olmalı“ diyerek başladığı konuşmasında, Kur’an hayat ilişkisini 10 başlık altında ve öncelikli 70 ayeti degerlendirerek açıklayabileceğini belirterek şöyle devam etti.
Bir Müslüman güne ve meşguliyetlerine “Kur’an benim neyim olur?“ sorusuyla başlaması gerektiği önemlidir. Yani sosyal, siyasi, ekonomik hayatta Kur’an bana ne diyor diyebilemek hayatidir. Bu bilinci yakalayamazsak geriye sadece slogan ve heyecan kalır. İbrahim gibi tek başına bir ümmet olmak bilincine ulaşmak önemlidir. Biz çoğunluğun hakikat olduğuna inananlardan değiliz. Sayıdan ziyade şahsiyet olabilmek önemlidir.
Önemli ikinci bahsin Müslüman ile Kur’an arasında irtibatının ve iletişiminin nasıl olacağıyla ilgilidir. Kur’an’ı anlamadan yapacağımız işlerde bütün söylemler sığ bir slogan düzeyine düşer. Bu konuda gerekli edinimleri elde etmeli, sorumsuz çıkışlardan uzak durmalı ve asla vahiyden yüz çevirmemeliyiz.
Okuyan, Kur’an’ı anlamak için meallerden yararlanabileceğimizi, ancak uzmanlık için Arapça bilgisinin gerekli olduğunu hem Kur’an ayetlerinden hem Siret’ten verdiği örneklerle anlattı. Aslolanın Kur’an’ın herkes tarafından tahkik edilip derince düşünülmesi gerektiğini belirtti; aklı küçümseyenlere ve bunu siz anlayamazsınız diyenlere karşı yine Allah’ın ayetleri ile cevap verdi.Tefekkuh, Tedebbür, Teakkul, Tezekkür, Tefekkür kavramlarını açıklayarak ve Allah’ın biricik olan ipi Kur’an‘a, hablullah’a sarılarak aydınlığa çıkabileceğimiz üzerinde durdu.
WIESBADEN
Wiesbaden’da Selam Mescidi‘nin Küchen-Planet düģün salonunda düzenlenen “Kur’an ile Yeniden Buluşma“paneli, Ömer Ülker tarafından başlatıldı. Mainz, Stuttgard, Frankfurt gibi çevre şehirlerden, Hollanda ve Belçika’dan gelen izleyicilerin katılımıyla başlayan programda Ömer Ülker, problemlerimizin temel nedeninin Kur’an’dan uzaklaşmamız olduğunu belirtti. Furkan suresinde zikredildiği gibi adeta Kur’an’ı terkedilmiş olarak bırakmışlığımızı aşmak için yeniden Kur’an’la buluşmak, yeniden Kuran’la dirilmek, bilinçlenmek yollarını arıyoruz deyip paneli başlattı.
Panelde ilk konuşmayı Hamza TÜRKMEN yaptı. Kur’an’la buluşmak ve iletişim konusuyla ilgili bugünkü sorumluluklarımızı Mehmet Okuyan’a bırakarak ortak iletişim diline sahip ve ortak cografyadan gelen Osmanlı bakiyesi Müslümanların Kur’an ile irtibatlarının nasıl bir seyir izlediğini anlattı.
Türkmen, Kur’an’la irtibat açısından kurumsal bağlamda irtibatlarımız, Anadolu yani Bilad-ı Rum’da Danişmedliler döneminde başladı. Beylikler döneminde Kur’an konusunda şekilselilgiye ve anlamayetersizliklerine de İbn Batuda’nın Seyahatnamesi’nin tanıklık yaptığını belirtti. Ancak Fatih Sultan Mehmet döneminde Osmanlı Türkçesine çevrilen Hamza Mushaf mealinin halka sunulmadığını, ayrıca Osmanlı halkının anlayacağı dillerle Kur’an meallerinin yapılmadığını belirtti.
Halkın Kur’an’ın anlamının ana dilde öğrenilememe eksikliğini, Osmanlı Devleti çökerken Urvetu’l Vuska Hareketi etkisindeki ilk ıslah öncülerimizin gidermeye çalıştığını, ama Kemalist kadrolar tarafından tasfiye edildiğini söyleyen Türkmen, Cumhuriyet döneminde Kur’an ile irtibatımızı kesmek için Batıcı-ulusçu vesayet sisteminin yasaklarını ve engellemelerini örnekleriyle anlattı. Ancak 1970’li yıllardan bu yana Kur’an’ı anlama ve yaşama konusunda iç ve dış barikatların aşılarak yakalanan paarça doğruların bugün önemli bir zenginlik oluşturduğunu, artık Kur’an’ı anlamada rasih yani uzman hale gelen alimlerimizin ve nitelikli Kur’an nesli örneklerimizin rehberliğinin ortaya koyduğu değerlerden ve imkanlardan bahsetti.
Mehmet OKUYAN ise konuşmasına “Almanya’ya niçin geldik“ sorusunu cevaplayarak başladı.“Kendimizi tanıtmak ve abartmak için gelmedik. Dünyevi beklenti için gelmedik. Sadece Allah’ın rızası için yola çıktık. Almanya’daki kardeşlerimizin imanına, onlar da bizim imanımıza şahid olsun diye geldik. Burada kalbi İslam’a sevdalanmış, Kur’an’a kalbini açmış insanlar gördük“ dedi.
Okuyan, Kur’an’la yeniden buluşmak için “Kur’an benim neyim olur“ sorusunun önemi üzerinde durdu. Aslında Kur’an'lıydık, Kur’an koltuğumuzun altındaydı; ama ondan haberdar değildik. Şimdi yeniden Kur’an’ın farkına varma zamanıdır. Başka bir yol bizi sahili zamana uyandıracak değildir.
Okuyan, zaman içinde ise Kur’an’ın bildirdiği şahidliği yapmaktan uzaklaştığımızı anlattıktan sonra şunları söyledi: Kur’an bugün genellikle bir hayat kitabı olarak değil; ölüm anında okumak için lazım olan veya ölüler için gelmiş bir kitap olarak algılanıyor. Bu konuda en çok okunan Yasin suresidir. Oysa surede ne dendiğine bakınca hele 70. ayetine bakınca, Kur’an’ın ölüler için okunan ilahi bir çağrı olmadığı görülmektedir. Çünkü bu ayet-i kerimede “diri olanları uyarmak“ için indiģi belirtilmektedir.
Halk arasında manasını anlamadan okunan mukabele anlayışının da ıslah edilmesi gerektiğinden bahseden Okuyan, mukabele anlayışının doğru kavranmadığını açıkladı. Son dönemde Ramazan aylarında Resulullah’ın Cebrail ile inzal olan önceki vahiyleri okuduğuna dair bilgiler bulunduğu rivayetlerine değindi ve mukabele kavramının Arapça da karşılıklı olarak birbirini onaylamak anlamına geldiğini anlattı. Ancak bugün halk arasında ağırlıklı olarak bu kavramın muka’sı var büle’sinin yok olduğunu belirtti. okumaya karşı olmadığını, ama mealinin de okunmasının kaçınılmaz olması gerektiği üzerinde durdu.
Mehmet Okuyan daha sonra Kur’an’la iletişimimizin nasıl kurulması gerektiğini ayetlerle ve hayatın içinden ilginç örnekler vererek anlattı.